04 Ağustos 2025 Haftası

Necip Tosun’un Modern Öykü Kuramı adlı kitabına devam ediyorum. Uzun zamandır böylesine beslendiğim ve etkilendiğim yazmak üzerine bir kitap okumamıştım. Konu başlıkları, değinilen konu ve yazarlar, bildiğimi sandığım yazarlara açılan yeni pencereler muazzam. Alıntılamaya doyamıyorum.


“Öykücülüğümüzde Halit Ziya Uşaklıgil, Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Selim İleri, Füruzan, Selçuk Baran, Nursel Duruel, Murathan Mungan, Özcan Karabulut, Jale Sancak, Aslı Erdoğan, Nazan Bekiroğlu, Nalan Barbarosoğlu, Gökhan Özcan şiirsel dili önemseyen öykücülerdir. Ahmet Hamdi Tanpınar, öykülerinde, öykü-şiir yakınlaşmasının en başarılı örneklerini verir. “Şiirsel öykü” tanımı, tam da onun öykülerinde anlamını bulur. Sanki öykülerin her satırının bir şair elinden çıkma olduğunu hissettirmeye çalışır. Gürül gürül akan bir coşkuyla, kendini dizginleyemeyen büyük bir anlatıcı görünümü sergiler. Şiirselliği önemseyen bir başka öykücü de Füruzan’dır. Füruzan, insan ruhunun gizlerine eğilerek, bireyin zihninde, yüreğinde akıp giden hayatları, duygu ve düşünceleri, oluşumları, birikimleri şiirsel bir dille ifade eder. Hüznü, yenilmişliği, abartılı bir duygusallıkla değil; hikayenin bütününe yayılmış bir “atmosfer”le, tasvir ve eylemlerle verir. Hüzünlü ve dokunaklı hayat, durum, adeta hikayenin dokusuna nakşedilir. Gerilim, ritim, akışkanlık tüm metni kuşatır. Yoğun duygusal sahneler, melodram sınırlarından uzak tutulur.”

“Yakın dönemde ise anlatımcı (narrative) şiir yazan şairler: Şavkar Altınel, Roni Margulies, Turgay Fişekçi anılabilir. Günümüz anlatımcı şairleri bu yönelimlerini niçin seçtiklerini izah ederken, anlatımcı şiirin “anlamlı ve hayata ilişkin” olduğunu savunurlar. Bu tarz şiirler; duru, açık, imgeye mesafeli hikayeye odaklanmış şiirlerdir.”

“Dilbilim disiplininin en etkin isimlerinden olan Ferdinand da Saussure dili şöyle tanımlamıştır: “Dil, bir tabaka kağıda benzetilebilir: düşünce kağıdın önyüzü, ses ise arkayüzüdür; kağıdın önyüzünü kestiniz mi, ister istemez arkayüzünü de kesmiş olursunuz. Dilde de durum aynı: Ne ses düşünceden ayrılabilir, ne de düşünce sesten.”

“Bu süreçte yapısalcılar dile yeni yorumlar getirirler. Öte yandan göstergebilim, yazınsal bir çözümleme ve okuma yöntemi olarak önemli bir dil tutumu sergiler. Artık metin incelemelerinde, eleştirilerinde dilsel yapılar, düzenekler, dilsel yapıların işleyiş biçimleri önemli olmaya başlamıştır. Roland Barthes, haz anlayışını temellendirirken gösteren-gösterilen, düzanlam-yananlam bağlamında dil olayına ilişkin seçkin görüşler üretir. Özellikle günümüzdeki postmodem yaklaşımlarla birlikte dil tartışmaları yepyeni bir boyuta ulaşır. Postmodem kuramcılar, dilin gerçekliği “temsil” eden değil, “kuran” bir işleve sahip olduğunu ileri sürerler.” “Elbette dil gerçekliğin kendisi değil gerçekliğe yüklenen anlamlar, işaretler, simgelerdir. Max Frisch bu açmazı anlatırken dilin söylenmek isteneni değil, söylenebileni öne sürdüğünü belirtir: “Sözcüğe dönüşmüş her şeyin içinin belli bir ölçüde boşaldığını düşünmek bizi ürkütmesin öyleyse. Anlatılan yaşamın kendisi değildir. Ama anlatmak istediğimiz yaşamdır. Aynı heykelcinin çelik kalemiyle çalışması gibi çalışır dil de; gizli olanı, canlı olanı değil, boş olanı, söylenebileni öne sürer.”

“Yazarlar, hem dili kullanmak hem de onu aşmak gibi bir açmazı yaşarlar. Bu nedenle yazınsal eserler aynı zamanda dil serüvenleridir. Bu açmazı yaşayan yazarlar, bir anlamda dili yeniden yorumlarlarken, dilin yeni imkan ve sırlarını keşfetmek durumundadırlar. Kısaca dil, yazınsal üretim sürecinde bir gerilim unsuru olarak yazarın hemen yanı başındadır.“

“Yazınsal türler içerisinde dille ilişkileri en gerilimli olan tür, şiirdir. Şairler neredeyse gündelik dili reddederler. Jean Paul Sartre: “Şairler dili kullanmayı reddeden insanlardır. .. şair dilin dışındadır.” der. Octavio Paz da aynı görüştedir: “Şiirsel yaratı öncelikle dile karşı bir öfkedir. İlk işi sözcüklerin kökünü sökmektir.””

“Çünkü dil, içinde barındırdığı ve yarınlara taşıdığı anlam yükleriyle aynı zamanda bir kültürün de birikimidir. Burada anılması gereken öykücülerimizden biri de Leyla Erbil ‘dir. Onun cümleleri, çoğunlukla kopuk, bağlamsız ve düzeneksizdir. Oysa bu son derece bilinçli bir tercihtir. “Ben insanların tümünün yaralı ve hasta olduklarına inanıyorum. Sanatımın kaynağı da bu, her insanda gördüğüm zavallılıkla, delilikle ilgilidir.” diyen Erbil, hastalıklı insanın Türkçenin normal düzeneğine uymadıklarını belirtir: “Bir manik depresifin rahatlıkla uzun ve soluksuz cümleler çıkarabileceğini biliyoruz ya da bir megalomaninin tekrarlar ve dönmelerle karışık obsesyonlara imza atabileceğini.” Erbil, her öyküde kahramanın ruh haline uygun bir dil anlayışını benimser.”

“Acıyı sanat katına yükselten bir başka yazar da Franz Kafka’dır. Bunu da çoğunlukla ironi, soyutlama ve imgesel anlatımla gerçekleştirir. Öykülerinde insan yalnızlığını, acıyı, körleşmeyi anlatan Kafka, yabancılaşma, mekanikleşme ve yalnızlaşma kavramları üzerinde yürür. Ancak Kafka dekadan bir yazar değildir. Evet, insanların çaresizliğini anlatır ama bu, yaşadığı çağın bir tespitidir. Yıkıntılar içindeki insanı, gerçeklerle yüzleştirir. Çöküşün nedenini irdeler, yanılsamayı, budalalığı ve körleşmeyi açık eder. Yaşadığı çağın tüm olumsuzluklarını yetkin bir gözle öykülerinde işleyen Kafka, acıyı anlatırken ironinin gücüne başvurur, modern insanın kolektif yaşamdaki budalalığını ironize eder. Otoriter/bürokratik yapının labirentlerinde yok olan bireylerden bu durumu fark edemeyenler ironize edilirken bunu fark eden kahramanlar çıkışsızlığa teslim olurlar.”

“Melodram, dramın okur beklentisine denk düşecek bir şekilde klişelere ve abartılara yaslanarak yoğun duygusallığa dönüşmesidir. Duygular estetize edilmemiş, acılar deneyime dönüşmüş değildir. Duygular, bilinen/beklenen kalıplara dökülmüş, yaratıcılıktan uzak bir kurguyla yansıtılır.”

“Anton Çehov, duyguların abartılmadan nesnel olarak öyküye yansıtılmasını önerirken, bu acılar karşısındaki tavrımızı örnek gösterir: “Öyküleriniz için ağlayıp sızlayabilir, kahramanlarınızla birlikte acı çekebilirsiniz, ama kanımca insan bunu, okuyucunun ayrımına varamayacağı bir biçimde yapmalıdır. Etki ne denli nesnel olursa, o denli güçlü olur. ( . . . ) İnsanların çok büyük çoğunluğu sinirlidir, çoğu acı çeker, küçük bir bölüğü de keskin acı çeker; insanların -sokaklarda, evlerde- üstlerini başlarını yırttıklarını, saçlarını başlarını yolduklarını gördünüz mü hiç? Acı, yaşamda dile getirildiği gibi dile getirilmelidir, yani kollarla bacaklarla değil, sesin tonu ve anlatımla, el kol devinimleriyle değil, incelikle.” Kuşkusuz Çehov bu sözlerle, duygudan arındırılmış bir tutum sergilemeyi değil, duyguların daha etkili olabilmesi için nesnellikle metne aktarılmasını öneriyor. Bunu da hayattaki doğal halle eşitliyor.”

Necip Tosun, Modern Öykü Kuramı

“Sözlükçe; kelimeler, ekler ve bunların ses ve anlam bilgilerini saklayan bir tür sözlüğe benzetilebilir. Bu ekler ve kelimeler, sözdizim kısmı denilen bölmede bir araya getirilerek öbekleri ve cümleleri oluşturur. Dilbilgisinin üretici kısmı burasıdır. Bu cümlelerin sesle ilgili ilişkileri (ünlü uyumu gibi ilişkiler) Ses Yapısı bölümünde görülebilir durumdadır. Anlamla ilgili ilişkileri (bir olumsuzlama ekinin cümlenin hangi öbeklerinivetkisi altına alabildiği ya da adılın kime gönderimde bulunacağını gösteren ilişkiler) Mantık Yapısı tarafından okunabilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, sözdizimden çıkan nesnelerin, Ses Yapısı ve Mantık yapısı için “girdi” işlevi gördüğüdür çev. notu.]”

“… dilbilgisi betimlediği tümceleri ve onların yapısal betimlemelerini üretir; dilbilgisi, bir dilin tümcelerini ‘zayıfça üretir’ken bu tümcelerin yapısal betimlemelerini ‘kuvetle üretir.’ Dilbilimcinin dilbilgisinden ‘üretici dilbilgisi’ olarak söz ettiğimizde, bunun yalnızca o dildeki tümcelerin dilbilgisitarafından nasıl tanımlandığını belirtmek için yeterli olduğunu kastederiz.”

Noam Chomsky, Dilin Mimarisi, Çevirmen: İsa Kerem Bayırlı

“Homeros’un Odysseiasının başında, Zeus şöyle yakınır:
“Bakın şimdi, insanlar nasıl da tanrılara suç atıyor, oysa yaşadıkları yalnızca kendi budalalıklarının sonucu.”

Çinli bilge Lǎozǐ ise Dàodé jīng‘de benzer bir kaygıyı şu sözlerle dile getirir:

“Dào yitirildiğinde, iyilik ortaya çıkar.
İyilik yitirildiğinde, nezaket doğar.
Nezaket yitirildiğinde, adalet gelir.
Adalet yitirildiğinde, tören başlar.
Tören ise inancın ve sadakatin kabuğudur; karmaşanın başlangıcıdır.
Geleceği bilme bilgisi, yalnızca Dào’nun süslü bir kılıfıdır.
Bu, budalalığın başlangıcıdır.””

Kaynak: https://aeon.co/essays/let-me-tell-you-about-my-journey-through-35-years-of-zen-practice

Biraz da kişisel gelişim 🙂

https://youtu.be/OYaB-4_e3Xk?si=i5CUS9ELyPKEoEYl

“Ağrıdağının yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl vardır, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğündedir. Çok derinlerdedir. Göl değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, firdolayı kırmızı, keskin, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrilidir. Kayalardan göle kadar daralarak inen yumuşak bakır rengi toprak belli bir aşıntıyla yol yoldur. Bakır rengi toprağın üstüne yer yer taze bir yeşil çimen serpilir. Sonra gölün mavisi başlar. Bu, bambaşka bir mavidir. Hiçbir suda, hiçbir mavide böyle bir mavi yoktur. Laciverdi, yumuşak, kadife bir mavidir.

Her yıl karlar eriyip de bahar gözünü açınca, Ağrıdağında bir ulu tazelik patlayınca, gölün kıyıları, ince kar çizgisinin üstü, keskin, kısa, küt çiçeklerle dolar. Çiçeklerin rengi alabildiğine parlaktır. En küçük çiçek bile mavi, kırmızı, sarı, mor kendi renginde çok uzaklardan bir renk pırıltısı olarak balkır. Ve keskin kokarlar. Gölün mavi suyu, bakır rengi toprağı baş döndürücü keskin kokularla kokar. Ve bu kokular çok uzaklardan duyulur.

Ve her yıl Ağrıdağında bahar gözünü açtığında, çiçeklerle, keskin kokular, renklerle, bakır rengi toprakla birlikte Ağrıdağının güzel, kederli kara gözlü, iri yapılı, çok uzun, ince parmaklı çobanları da kavallarını alıp Küp gölüne gelirler. Kırmızı kayalıklarının dibine, bakır toprağın, bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına fırdolayı otururlar. Daha gün doğmadan Ağrıdağının harman olmuş yalp yalp yanan yıldızları altında kavallarını bellerinden çıkarıp Ağrıdağının öfkesini çalmaya başlarlar. Bu, gün doğumundan gün batımına kadar sürer. Bu arada, tam gün kavuşurken gölün üstünde kar gibi ak küçücük bir kuş dönmeye başlar. Sivri, uzun, kırlangıca benzer bir kuştur. Gölün üstünde çok hızlı döner. Uzun, ak halkalar çizer üst üste. Ak halkalar tel tel gölün som mavisine düşer, tam günün battığı anda kavalcılar çalmayı keserler. Kavallarını bellerine sokup doğrulurlar. Gölün üstünde bütün hızıyla uçan kuş tam bu sırada göle şimşek gibi çakılırcasına iner, bir kanadını suyun mavisine daldırır kalkar. Böylece üç kere daldırır, sonra da uçup gider, gözden ırak, yiter. Ak kuştan sonra çobanlar da sessiz, birer ikişer oradan ayrılır, karanlığa karışır çekilir giderler.” – Yazılmış en güzel göl betimlemesi ve en etkileyici kitap başlangıçlarından biri.

fırdolayı: Çepeçevre.

balkımak: Parlamak, parıldamak. Şimşek çakmak. Su – halka biçiminde dalgalanmak. Organ – kesik kesik ağrımak, sancımak.

yalp yalp: ışıl ışıl, pırıl pırıl.

Ve dağ yürüyordu kaval sesinde. Ve uçurumlar, çığlar, ayaz gece, yıldızlar parlıyordu. Ay ışığı parlıyordu. Ve dağ bütün hışmıyla yürüyordu. Terlemiş, soluklanan… Bir ulu dev gibi göğüs geçiriyordu Ağrı. Sofi çok derinden Ağrının soluklandığını duyuyordu. Çok uzak, derin bir uğultu dünyanın ortasına doğru soluklanıyordu. Ahmet çalıyor, dağın soluğu, öfkesi büyüyordu. Böyle zamanlarda Sofi kulağını dağın uğuldayan toprağına dayıyordu. Dağ gittikçe öfkeleniyor, soluğu derinleşiyor, sıklaşıyor, bir iniyor, bir kalkıyor, paramparça oluyor, bütün hışmı, bütün ağırlığıyla dünyanın üstüne çöküyordu. Sonra da dünyayı bir sessizlik kaplıyordu. Her bir yan ıpıssız. Dünya bomboş kalmış, Ağrıdağı başını almış da dünyamızdan çekip gitmiş, kurdunu kuşunu, insanını almış götürmüş, yıldızını, ayını, güneşini, esen yelini, yağmurunu karını, çiçeklerini almış götürmüş, şu dünyayı bomboş bırakmıştı. Çölleri dolduran sürmeli ceylan sürüleri de almış götürmüştü. Kavalın sesinde ıssızlık, boşluk donup kalmıştı.” – Aklımı başımdan alan bir paragraf. Çok etkileyici bir kişileştirme. Dağların yürümesi fikri doğu felsefesinde (Zen Ustası Eihei Dōgen Dağlar ve Nehirler Sutrası’nda Çinli bir rahibin “Mavi dağlar durmaksızın yürüyor.” dediğinden bahsediliyormuş) karşıma çıkmıştı, o zaman da çok etkilenmiştim. Coğrafi olarak bu doğru da. Her şey bu kadar akışkan.

Yaşar Kemal, Ağrıdağı Efsanesi

“Edebiyatın “görme” gücünden söz ederiz çoğu zaman. Edebiyat yapıtının gündelik dilin görünmez kıldığını yeniden görülebilir hale getirdiğini; gerçeğe ayna tuttuğunu, geçmişe ışık düşürdüğünü, iç dünyayı aydınlattığını söyleriz. Güçlü edebiyat yapıtlarının böyle bir gücü olduğundan ben de söz ettim yukarıda. Ama edebiyatın yalnızca “gören” değil, aynı zamanda “görülen” olduğunu da unutmayalım. Var olabilmek için başkasının bakışına muhtaç olan şey: bakışın yalnız öznesi değil, aynı zamanda nesnesi. Halid Ziya’nın Mai ve Siyah’ının şair kahramanı Ahmet Cemil’in ağzından söylediği gibi, insana “ben bugün şu toprak parçasının üzerinde birisiyim” dedirtecek emsalsiz yapıtı yaratabilmek için, ne kadar kendine yeterliymiş gibi davranırsa davransın bir aynaya, başkası tarafından görülmeye ihtiyacı var yazarın. Edebiyatın seyirlik yönünün hiç olmadığı kadar öne çıktığı, yazarın başkasının gözünü her an üzerinde hissettiği, hatta gözetlendiğini bilerek yazdığI bir çağda bunun başlı başına bir probleme dönüştüğünü hepimiz zaten biliyoruz.”

“Başkasının bize bakıyor olması, der Sartre Varlık ve Hiçlik’in ünlü “Bakış” bölümünde, başkasının yargılayan, küçük düşüren, utandıran bakışının nesnesi olduğumuzu, o halde savunmasız, kırılgan, incinebilir olduğumuzu gösterir. Bakışın, çoğu psikanaliz kuramının vurguladığı aynalayıcı özelliğine değil, oradaki egemenlik ilişkisine, ötekinin bakışırım tek taraflılığına, bunun yol açtığı tedirginliğe çevirmişti Sartre esas dikkatini. Evet, görülmek ister yapıt; ama psikanaliz kuramlarının bize ısrarla anlattığı görülme ihtiyacı aynı zamanda bir huzursuzluğu, bu kez Sartre’ın anlattığı görülme tedirginliğini de beraberinde getirmiş gibidir. Yazan herkes bilir: günlerce düşünülerek kurulan cümle, aylarca çalışılarak çatılan yapı, yıllarca didinerek ortaya koyduğumuz yapıt pekâlâ küçük görülebilir; hatta bu devasa vitrinde hiç görülmeyebilir. Bir türlü yayımlatamadığı, yayımlanınca hiç ses getirmeyen Hind Edebiyatı’nın kendisi için utanılacak bir şeye, “hatırlanmasından utanılan, gayrimeşru bir çocuk, hayırsız evlat, sarsak bir kızkardeş gibi bir şey”e dönüştüğünden söz eder Cemil Meriç. Yazarın kendini bir tutunamayan olarak hissetmesinde, yaralı bir gururla yeraltına çekilmesinde, ya da Meriç’in yaptığı gibi kendim bir ‘ezeli mağdur’ olarak tanımlamasında bunun da payı yok mu?”

Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili

“Fakat çocukları hep kucakta taşırsanız yürümeyi geciktirirler. Tam böyle mi demişti? Polisin biri portakal soyuyordu. Ben ne dedim? Kucağa almayınca da eziliyorlar.” – Topluma ilişkin

Adalet Ağaoğlu, Hayır…

Düşündürücü bir yazı:

https://bianet.org/yazi/fahrenheit-451-kitaplari-yakmakla-ekranlari-kaydirmak-arasindaki-baglanti-310250

Ay sonunda bir sınavım var. Okumalara ve yazmaya biraz ara vereceğim. Verebildiğim kadar. Dayanabilirsem Eylül’e kadar sadece haftalık bülten gelmeye devam edecek.

Eğer hâlâ üye değilseniz:

Haftalık Pazar Bülteni



Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *