15 Eylül 2025 Haftası

“Oysa Thomas More, Ütopya’da, devletin iktidarı kötüye kullanmasına karşı bireysel siyasete katılımı önerir. Sonrasında ise paylaşım ve ortak iyilik kavramı ütopyaların temel teması hâline gelir. Ancak günümüzdeki ütopya metinleri, ütopyaların imkânsızlığı nedeniyle distopyaya dönüşür; hatta düşler bile insanların kâbusuna dönüşür.

Ursula K. Le Guin, Mülksüzler adlı romanını distopya türünü kullanarak yaratır; çünkü ütopyacılık sona ermiş, Amerika ve Sovyetler Birliği gibi (ütopya olarak görülmesi beklenen) tarihsel örnekler başarısızlığa ve distopyaya dönüşmüştür. Sovyetlerin sosyalist ütopyası, Stalinizmin totaliter distopyasına; Amerika’nın özgür/liberal ütopyası ise kapitalizmin ikiyüzlü distopyasına dönüşmüştür (Kumar, 1987: 594). Le Guin, bu gerçek distopyaları hayali bir anarşist toplum üzerinden betimleyerek toplumsal düzenin muğlaklığını göstermeye çalışır. Dahası, idealize edilmiş anarşist toplum Anarres bile bireyi sömürmeye devam etmesi bakımından bir başarısızlığa dönüşür. Ayrıca, Le Guin romanında Marksizmin ütopyacı yönünü de resmeder: Marx ve Engels, kapitalist sistemlerin sömürüsünün ortadan kaldırılmasıyla bireylerin bir tür kendini gerçekleştirme yaşayacakları bir devrim beklerler; ancak Le Guin, devrimleşmiş ülke Anarres’i bir distopik dünya olarak göstererek bu beklentiyi tersine çevirir. 

Le Guin, Mülksüzler’de Anarres adını verdiği, otoriter olmayan bir ülke tasarlar. Bu toplumda bireyler, anarşist bir düzen içinde iktidar dinamiklerinin eşit dağılımı sayesinde bilinçli ve iradi olarak özgürlük potansiyellerini deneyimlerler. Buna karşılık, uydusu Urras’taki otoriter yönetim –hem kapitalist A-İo’nun (ABD’yi temsil eden) hâkimiyetiyle, hem de komünist Thu’nun (SSCB’yi temsil eden) sistemiyle– insanlara bir mutluluk alanı yaratmayı başaramaz. Böylece, Le Guin bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, ideolojinin toplumsal, ekonomik ve politik meseleler üzerindeki sistematik bilinçdışı etkilerini (Althusserci anlamda) ve devlet örgütlenmesinin bireyleri yaratıcılıklarından ve kendilerine duydukları güvenden uzaklaştırarak kendilerine yabancılaştırmasının kaçınılmaz sonuçlarını yansıtır. Bu nedenle roman “Muğlak Bir Ütopya” olarak adlandırılır; çünkü hem otoriter devlet sistemleri hem de anarşist (devletsiz) düzen ütopya olmayı başaramaz ve bu açmazları betimlemenin tek yolu distopyadır. Sorulması gereken soru şudur: Le Guin’in önerdiği gibi, bireylerin yalnızca kendilerine güvenmeleri ve tüm yönetim sistemlerinden kurtulmaları, insanlığın nihai mutluluğa ulaşması için yeterli midir?”

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/223305

“Anarres eğer modernist bir ütopya olsaydı, paylaşım ve Anarres hakkında söylenecekler bununla sınırlı kalırdı. Ancak Anarres bir ütopya değildir ve Anarresliler de insani zaaflar taşımaktadırlar. Dolayısıyla sahiplenme içgüdüsü ve paylaşımın nereye kadar mümkün olabildiği roman boyunca tartışılmaktadır. Söz gelimi, Shevek’in enstitüdeki komşusu Desar’ın işine yarayan ya da yaramayan tabak, battaniye, kitap, mikroskop gibi bir çok eşyayı dolabında biriktirmesinde, ya da yeni doğmuş bir bebeğin diğer bebekle güneşi paylaşmak istememesinde ve “Benim Güneş!” diye haykırışında insanın sahip olma içgüdüsüne tanık olunmaktadır. Kıtlık zamanı, yiyecek taşıyan trenin yağmalanması ise paylaşımın mümkün olabildiği son sınırı okuyucuya sorgulatmaktadır.

Engels’e (2008) göre, “Yeni uygar toplumu, sınıflı toplumu başlatan şeyler- açgözlülük, zevk düşkülüğü, cimrilik, ortak mülkiyetin bencil yağması gibi- en aşağılık çıkarlardır; eski sınıfsız toplumu kemiren ve yıkılmasını sağlayan şeyler- hırsızlık, zor, kalleşlik, ihanet gibi- en utandırıcı araçlardır.” Ancak insanı tüm kötü özelliklerinden ayrı tutarak idealize etmek tam da Marksist düşüncede karşı çıkılan ütopyacılığın düştüğü tuzağa düşmektir. Herhangi bir nesneyi ve özellikle de mekanı sahiplenmek insanın en temel ihtiyaçlarından biridir ve ortak mülkiyet anlayışı bunu gözden kaçırmaktadır. Hegel “tam bir kişisel gelişim için- birey olabilmek için- kişinin dış çevrede yer alan kaynaklar üzerinde bir miktar kontrolünün olması gerektiğini” söyler. (Cobb ve Fox, 2007’de atıfta bulunulduğu gibi) Le Corbusier de bu konuda benzer görüştedir ve şöyle demektedir: “Mekana sahip olmak canlıların, insanların hayvanların, bitkilerin ve bulutların yaşadığına dair ilk belirti, temel bir denge ve sürekliliktir. Uzayda yer kaplamak varlığın ilk kanıtıdır.” (Findley, 2005’te atıfta bulunulduğu gibi) Kişinin mekanı sahiplenme eğiliminin önüne geçmek, onun kendini o mekana ait hissetmemesine dolayısıyla daha ileri aşamada kimlik bunalımına düşmesine neden olacaktır. Kapalı siteleri haklı çıkaran ve özellikle kentin göç alan bölümlerinde işlenen suçun sıklığı, bireyin bu temel ihtiyacından yoksun bırakılmasıyla ilişkilidir.”

https://polen.itu.edu.tr:8443/server/api/core/bitstreams/13fa5a88-4afb-48ef-a78e-3a9c43b9a7db/content

“Deli gönül kaygılanup gam yeme

İnşallah kurtarır dermânım vardır

Sırrın beyân edip her kula deme

Kalmamış baş dostu gümânım vardır

Güzel durnam sılaına erdi mi

Deli miyim bilemedim kendimi

Yoksa o yar ikrârından döndü mü

Ayılmaz başımın dumanı vardır”

Âşık İbrahim

https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/alevi-bektasi-tahtaci_nefesleri.pdf?srsltid=AfmBOor5zqBEpkvIrgAFfUqtZtzMCn703VfaMX1T7ikggNlTzJLC96vq

“Bilimlerden bihaber olduğu, elektrikli trenlere binmediği, Lenin’in mozolesini görmediği ve sadece bir kez onuncu çift-hat geçidi müdürünün hanımına ait şişesinden parfüm kokladığı için öfkeliydi. Lüks trenler uzaklara koşarken kendisi sisli ormanda haşereler, bitkiler ve kültürsüzlük ortamında dolanmaya mecburdu.”

“Tavşan otların içine gizlendi, orada bir müddet kendi dilince ağladı, sonra tüylerini düzeltip kuruttu, çitin gediğinden dışarı sıyrıldı ve orman ülkesinde gözden kayboldu, gelecek yaşam hatırına az önce yaşadığı acıyı unutarak.”

“Kitap çok ilginçti; İvan Alekseyeviç derhal yirmi altıncı sayfasından okumaya başlamıştı onu. Yazarlar kitapların başlarında anca düşünür durur, bu yüzden sıkıcı olur oraları, en ilginç şeyler ortalarda ya da sondadır; bundan ötürü Fyodorov her kitabı rasgele okurdu — ya ellinci ya da iki yüz on dördüncü sayfadan. Gerçi tüm kitaplar ilginçti ama bu şekilde okumak daha da iyi ve ilginçti çünkü insan kaçırdığı her şeyi kendi tamamlamak ve anlaşılmaz ya da kötü bir yere varınca baştan yazmak zorunda kalırdı, o da bir yazar, SSCB Yazarlar Birliği’nin bir üyesiymiş gibi. Kireç adında bir kitabı —yo, galiba Taş’tı adı— İvan Alekseyeviç sondan başa okumuş ve iyi bir kitap olduğunu anlamıştı, oysa başından başlamış olsaydı hatalı ve biraz tutarsız gelecekti.”

“Ancak kadınlar bazen fena halde ruhu yorar, pes ettirir. Kim bilir belki de olması gereken budur, ne de olsa insanları onlar doğurur, insanlığın sahibi onlardır, vardır bir bildikleri.”

““Medvejya Dağı’nda da biri nişan almış,” dedi annesi gözyaşlarını zapt edince, “yedi takım elbise getirmiş, iki gramofon, üç saat, yığmış malı — istasyondan at arabasıyla gelmiş evine…”

“Bana da beş takım vermişlerdi,” dedi Fyodorov.

“Ona yedi vermişler!” diye bildirdi ihtiyar kadın. “Senin beş taneciği ne yaptın?”

“Birini aldım sadece. Beş tane birden giyecek halim yok ya, önce birini eskitmek gerek.”

Annesi yere oturdu, karısı sandığın üzerine.

“Gramofon kaç tane verdilerdi sana?” diye sordu ihtiyar acıklı acıklı.

“Bir tane vereceklerdi de almadım, var ya bizde, sana ödül olarak vermişlerdi.”

“Kol saati?” dedi yaşlı anası dertli dertli.

“Saat de vereceklerdi… ne gerek var dedim — evde sarkaçlı saatimiz işliyor, işte de trenlere bakarak öğreniyorum zamanı, çizelgemiz var artık!”

Annesi ve karısı ağladılar, İvan Alekseyeviç’se kızını müzikle oyalamak, kendi de dinlemek için gramofonu çalıştırdı.”

Audrey Platonov, Muhteşem Vahşi Dünya