20 Ekim Haftası

https://www.owleyes.org/text/the-story-of-an-hour/read/chopins-short-story#root-28

“Hikâyenin ilk satırından itibaren Louise Mallard zayıf bir karakter olarak betimlenir. Olayların tümü, hem kız kardeşi hem de Richard’ın onu ani ya da yoğun bir sarsıntıdan korumaya çalışması etrafında şekillenir. Zayıflığının nedeni belirsiz bir biçimde “kalp rahatsızlığı” olarak adlandırılır; bu rahatsızlığın yalnızca fiziksel bir duruma mı işaret ettiği net değildir. Ancak hikâye ilerledikçe, bu durumun uzun süreli bir baskının sonucu olduğu, geleneksel ataerkil çevrede yaşanan bastırılmışlığın etkisiyle ortaya çıktığı anlaşılır. Tyson’ın belirttiği gibi, “ataerkillik sürekli olarak kadınların özgüvenini ve atılganlığını zayıflatan güçler uygular, ardından bu özelliklerin eksikliğini kadınların doğası gereği silik ve itaatkâr olduğunun kanıtı olarak sunar” (2006). Dolayısıyla Louise’in kalp rahatsızlığı kendi fiziksel zayıflığının değil, toplumsal baskının ürünüdür; bu baskı da hem duygusal hem fiziksel sağlığını etkiler.

…Louise’in güçlü duygularının fiziksel bir yorgunluğa yol açabilmesi düşüncesi, ataerkillik tarafından kadına atfedilen karakter stereotipiyle örtüşür: narin, savunmasız, duygusal (akılcı olmayan) ve çaresiz.

…Louise’in ruhsal yeniden doğuşu, odasında oturup büyük bir pencereden dünyayı seyrederken gerçekleşir. Bu pencere, önünde açılmakta olan olasılıkları, yeni bir yaşamın potansiyelini simgeler. 

…Üstelik doktorlar onun “kalp hastalığından —öldüren sevinçten— öldüğünü” ilan ettiklerinde, gerçek sevincin kocasının ölümünde olduğunu, yaşarken onu yaşayamamaktan alıkoyanın da yine o adam olduğunu bilmezler. Louise’in ölümüne ilişkin son sözü erkeklerin söylemesi —zira 19. yüzyılda yalnızca erkekler doktor olabiliyordu— hem yaşamının hem de ölümünün erkekler tarafından belirlenmiş olduğunu bir kez daha pekiştirir.”

Aldana Santarelli, Submission and Self-Assertion in a Patriarchal Society: A Feminist Reading of Kate Chopin’s “The Story of an Hour”

“…

(Bu fotoğraf, boğulduğum günün

ertesinde çekildi.

 

Ben göldeyim, resmin tam

ortasında, yüzeyin hemen altında.

 

Buranın tam olarak neresi olduğunu

ya da benim ne denli büyük veya

Küçük olduğumu söylemek zor:

ışığın suda kırılması

aldatabilir sizi

 

ama resme biraz uzun bakarsanız

beni görebilirsiniz

bir süre sonra.)”

Margaret Atwood, Bu Benim Fotoğrafım

“Kalanlar biz olmalıyız
yalnızca, her yeri ve
bu koruları kaplayan
sisin ortasında


daha guvenli olan
yüksek yerlere doğru yürüyorum köprüden
(ağaç tepeleri tıpkı adalar gibi)


su gibi yıkarken
beyaz sis ayaklarımı,
toplayarak batmış kemiklerini
boğulmuş annelerin
(ellerinde katı ve yuvarlak kemikler)


balıklar yuzüyor olmalı
altımızdaki ormanda,
kuşlar gibi, ağaçtan ağaca
ve bir mil ötede
geniş ve sessiz kent
yitmiş yatıyor, denizin altında.


Benimle birlikte yürüyorsun, güzelliğinden
söz ederek sabahın
bir sel baskını olduğunu

bile bilmeden.

küçük çakıltaşları atıyorsun ara sıra
omuzunun üstünden
derin ağır havaya


duymadan tökezleyen ilk ayakseslerini
arkamızdan (ağır ağır) gelen
henüz doğmamışların
ve görmeden
taştan
(ağır ağır)
biçimlenen
zalim yüzlerini
henüz insanlaşamamışların.

Margaret Atwood, Selden Sonra, Biz – Bu şiirin yazılma duygusu, bu yazdığımla paralel olmalı: https://berkeatabey.com/uzaklar/