22 Eylül 2025 Haftası

Güzel bir podcast serisi:

https://open.spotify.com/episode/3fnv57GcTlmzlxaZMV4wxu?si=dt_3Xn3ITHutduYmGSyHrQ

https://open.spotify.com/episode/3RcHyMH92rxocQBzG6ca4Z?si=yu4EKE1_TYKIpBjedFKE7w

“Biz de dönmekte miyiz çevresinde dirimedoğrulumsuz bir lugazın?”

“Bir dakika! Bütün bunlar sizce de biraz fazla melodramatik ve alfabetik değil mi? Üstelik sonu daha en başından belli bir işe girişmek…”

““Anakronizme düşüyorsunuz, size ait olmayan replikleri söylüyorsunuz, biçem kayması yaratıyorsunuz. Bunun sonucunda da kurgunun süremsel ve uzamsal tutarlılığı ortadan kalkıyor doğal olarak.”

“Olası bir cinayeti başka nasıl açımlama ve aydınlatma girişiminde bulunabilirdim ki, Doktor? Üstelik kurbanın kimliğine ilişkin veriler böyle bulanıkken? Bu denli derinlemesine bir postmortem, eldeki corpus’u parçalayan, dahası bozunduran, kılı kırk yaran, kapsamlı ve çok yönlü otopsi/kolojik bir yöntem kullanılmaksızın gerçekleştirilemezdi doğal olarak ve bu durumda, en azından başvurulan girişik ve içrekçi söylem açısından, meslekdışı kişilerin konuya bütün bütüne yabancı kalabileceklerini, üstelik böylesi bir dışlamanın düpedüz istenilir de olduğunu kabul etmek gerekir. Soruşturmanın sağlıklı yürütülebilmesi için, kamuoyunu eldeki bulgular konusunda ne yazık ki aşağı yukarı tümüyle karanlıkta bırakmak zorundayız. Kaatil, bizi ona götürecek olan izin neresinde bulunduğumuzu anlayamayacaktır böylelikle.”

“Bu soruşturmayı gitgide ucuz bir polisiye öyküye çeviriyorsunuz, sayın meslektaş!”

“Yanılıyorsunuz, azizim Watson! Olayları gerçekliklerine dokunmaksızın yansıtmaya yöneliktir benim çalışmalarım. Kimi zaman ufak bir ayrıntıyı daha iyi görebilmek için iç ya da dışbükey aynalardan yararlanmak gerekebilir. Bu yöntem görüntünün bütününü çarpıtsa bile, üzerinde odaklanılan o ufak ayrıntı değişmeyecektir hiç. Hiç! ‘Paranoya kriminel’ tanınıza gelince: İçinde ölüm olan her öykü, polisiye bir öyküdür gerçekte, çünkü her ölüm, şöyle ya da böyle, bir cinayettir. Bu dünyada mutlu ölüm yoktur, Doktor!””

“Yoksa sen de yücelerdenyücekimsebilmezniceleştirdiklerimizden miydin, babalık?”

Ali Teoman, Pervaneler

“Sorun çok daha derindir, aslına bakılırsa. Burada yalnızca Yaşar Kemal, çağdaş Türk yazını ya da hatta dünya yazını değildir söz konusu olan; konu, yaratı alanındaki çok daha temel, evrensel bir hiza sorunudur. Bu soruyu şöyle sormak daha doğru olacaktır belki: İzlenimci ressamların yapıtlarını görmek için müzelere gidilebilir; ama Picasso, Ernst, Dali, Duchamp, Klee, Pollock ve Miro’dan sonra izlenimci resim yapılabilir mi? Brahms’ın müziği hâlâ zevkle dinlenebilir; ama Schönberg, Bartok, Stravinsky, Prokofiev, Messiaen, Lutoslawski, Ligeti, Nono, Stockhausen ve Schnittke gibi kompozitörlerin yapıtlarının seslendirildiği bir çağda, Brahms senfonisi bestelenebilir mi? Gaudi’nin mimarisine hayran olunabilir; ama Bauhaus, Modernizm, Postmodernizm ve Dekonstrüktivizm deneyimlerinin ardından, Art Nouveau biçeminde bir yapı tasarlamak ne denli tutarlıdır? De Sica çağdaş sinemanın öncülerinden biri olarak görülebilir; ama Welles, Godard, Tarkovski, Jarman, Greenaway ve Lynch sinemasının ardından Yeni Gerçekçi filmler çekilebilir mi? Aşınmış, aşılmış biçimlerle Zeitgeist’ı, o devingen, ele avuca sığmaz, inanılmaz bir hızla sürekli değişen çağın ruhunu yakalamak olanaklı mıdır? Verilmek istenen öz ne denli önemli olursa olsun, bir yaratıcı ele aldığı konuya yaklaşımında anakronik olma hakkını kendisine tanıyabilir mi? devingen, ele avuca sığmaz, inanılmaz bir hızla sürekli değişen çağın ruhunu yakalamak olanaklı mıdır? Verilmek istenen öz ne denli önemli olursa olsun, bir yaratıcı ele aldığı konuya yaklaşımında anakronik olma hakkını kendisine tanıyabilir mi?

Heraklitos’un dediği gibi, aynı ırmakta iki kez yıkanılamaz: Üzerinize akan sular hep başka sulardır; siz hep başka bir insansınızdır. Dama oynayan afacan bir çocuktur zaman ve siz ona ayak uydurmayı başarsanız da başaramasanız da taşını sürer: Hep bir hane ileriye.” – Bu hafta bültende modernizmin gölgesinde kalmış Neo-klasik ressam Godward’ı yazarken ben de bu konuyu düşündüm ancak tarafımı bu kadar net seçemedim.

“Dikkat eden, Ferit Edgü’nün yazısının –benimkinin tersine– çizgisel bir gelişim izlediğini görecektir. Ben kitaplarımın yayımında yazım sırası gözetmem. Yıllar geçtikçe evrilen belirgin bir biçemim ve belli bir “ses”im yoktur. Yazar, kitabın hem içinde hem dışındadır. Ferit Edgü’nün yazısı, oysa, tıpkı kitapları gitgide kısalmış olan Samuel Beckett’inki gibi, sözden sözsüzlüğe, sesten sessizliğe geçişin öyküsüdür.”

““A writer isn’t someone who has something to write, but someone who has to write something.”
Denklem alabildiğine basit; ama üzerinde biraz düşününce, ne denli doğru olduğunu anlıyorsunuz: Herkesin “hayatı roman” olabilir (ve kesinlikle öyledir de zaten!); herkesin “şahsi ve muhterem fikirleri”, “ulvi ve bedii hisleri” vardır (bkz. Mallarmé ile Monet); ve gerekli yazım tekniklerini doğru uygulamak koşuluyla, herkes bir, birkaç, birçok kitap yazabilir. (Yaratıcı yazım kitapları bu yüzden işe yarar: Yazarlık öğretilemez belki, ama yazmak öğretilebilir.)
Potansiyel yazar ile reel yazar arasındaki fark bu noktada beliriyor işte: Bunun için nelere katlanabilir, nelerden vazgeçebilirsiniz, ve daha önemlisi, bunu yapmaya kesinlikle “mecbur” hissediyor musunuz kendinizi? Kolomb’un yumurtası değildir yazarlık; Enis Batur’un da dediği gibi, anlatılması ve anlaşılması hayli güç, hatta belki olanaksız, tuhaf, sıkıntılı bir “zorunluluk” durumudur.”

Ali Teoman, Yazı, Yazgı, Yazmak