“Çekçe anlıyorum elbette. Size bana niçin Çekçe yazmadığınızı sormak birkaç kez aklımdan geçti. Almancaya hâkim olmadığınızdan degil. Almancaya çoğunlukla şaşırtıcı ölçüde hâkimsiniz, hâkim olmadığınız yerlerde de dil önünüzde gönüllü olarak eğiliyor, bu olağandışı güzellikte bir şey; bir Alman’ın kendi lisanindan bekleyemeyeceği bir şey, bir Alman böylesine kişisel yazmaya cesaret edemez. Ama ben Çekçe yazdıklarınızı okumayı isterdim, çünkü siz bu dile aitsiniz, ancak bu dilde bütünüyle Milena’sınız (çevirileriniz bunu kanıtlıyor), Almancadaysa sadece Viyanali veya kendini Viyana’ya hazırlayan Milena’sınız Yani lütfen Çekçe yazın. Bir de sözünü ettiğiniz edebiyat eleştirilerini bekliyorum. Sıradan olabilirler, siz de benim öykümü sıradanlığına rağmen okudunuz ama ne kadarını? Bilmiyorum. Bunu ben de yapabilirim belki ama yapamazsam en iyimser önyargıyla bir yerde takılır kalırım.”
“Her şeye rağmen yazmak iyi geliyor, iki saat önce mektubunuzla şezlongda uzanırkenki halimden daha dinginim şimdi. Orada uzanırken bir adım ötemde bir böcek sırt üstü düştü, çaresizlik içinde çırpınıyor, doğrulamıyordu. Ona yardım etmek isterdim, hiç de zor bir şey değildi bu, bir adım atıp hafifçe itmekle ona büyük bir iyilikte bulunmuş olurdum. Ama mektubunuz bana onu unutturdu, ayrıca ayağa kalkacak gibi de degildim, ancak bir kertenkele ilgimi tekrar etrafimdaki hayata çevirmemi sağladı, artık tümüyle kıpırtısız kalmış olan böceğe doğru gidiyordu, demek bu bir kaza degil bir ölüm kalım mücadelesiydi, dedim kendi kendime. Pek sık rastlanmayacak bir hayvan ölümü seyirliği; kertenkele böceğin üstünden geçip giderken onu yüz üstü döndürdü, gerçi böcek bir süre daha ölü gibi kıpırtısız kaldı fakat sonra gayet olağan bir şey yaparcasına evin duvarına tumanmaya başladı. Bu beni de yeniden biraz cesaretlendirdi sanırım, yerimden kalktım, sütümü içtim ve size yazdım.” – Dönüşüm sonrası yazılmış.
“Eski usul Yahudi güvensizliği” – Epey tekrar var. Kalıtsal temkin?
”Beklenmedik küçük bir dertle karsılaştım: Paris’ten gönderilen bir telgraf, Madrid’de yaşayan ve dört yıldır görmediğim, aslında pek sevdiğim yaşlı amcamın yarın akşam geleceğini bildiriyor. Dertlenmemin sebebi, zamanımı alacak olması, oysa benim zamana ihtiyacım var, bin kere fazla zamana, mümkünse tüm zamanlara ihtiyacım var, senin için, seni düşünmek için, sende nefes almak için. Bu ev de beni huzursuz ediyor, geceler beni huzursuz ediyor, başka bir yerlerde olmak istiyorum. Pek çok seyin başka türlü olmasını istiyorum, işe gitmek hiç istemiyorum ama sonra yine şimdiki zamanı aşan, sana ait olan şimdiki zamanı aşan istekler dile getirdiğimde bir tokadı hak ettiğime inanıyorum.”
Franz Kafka, Milena’ya Mektuplar
”Yedi tokadı artık unutacak. Günde bir tanesini, bir hafta içinde hepsini. Yani bugün unutmaya başladığı ilk gün.”
“Ama bu seferki farklı. Bu taslağın girişindeki ilk on sayfanın yarıdan fazlasının altı kalınca çizilmiş. Sonraki yaklaşık otuz sayfanın neredeyse tamamının altı çizilmiş. Öylece elli sayfa geçince, altını çizmeye üşendiklerinden olsa gerek mürekkebin içindeki ruloyla sayfaların tamamını siyaha bulamışlar. Bütünüyle ıslanmış sayfalarından dolayı, taslak kitap üçgen bir prizma gibi kabarık duruyor.
Kömüre dönmüş taslağı hemen çantasına koyuyor. Kömür değil de sanki bir külçe demir koymuşçasına çantası ağırlaşıyor.” – Sansür
”Ben mücadele ediyorum. Her gün tek başıma savaşıyorum. Hayatta kalıp, hâlâ yaşıyor olmanın utancıyla savaşıyorum. İnsan olmamın acımasız gerçeğiyle savaşıyorum. Ölümün bu gerçekten sıyrılmamı sağlayacak tek yol olduğu düşüncesiyle savaşıyorum. Siz, benim gibi bir insan olan siz, bana ne diyebilirsiniz?”
Han Kang, Çocuk Geliyor
”Tragedyadan koroedyaya uzanan karanlık iç yolun kendine
has tehlike ve tekniklerini ortaya çıkarmak tam olarak mitolojinin
ve peri masalının görevidir. Bu yüzden olaylar fantastik ve
“gerçekdışı”dır: fiziksel değil psikolojik zaferleri temsil ederler.
Efsane gerçek bir tarihsel kişi üzerine olsa bile, zafer dolu eylemler
yaşam benzeri değil, rüya benzeri tasvirlerle aktarılır; çünkü
konu dünyada şöyle ve şöyle yapılması değildir; konu, dünyada
şunun bunun yapılmasından önce, hepimizin bildiği ve rüyalarında
ziyaret ettiği labirentin içinde bu başka, daha önemli, temel
şeyin gerçekleşmesi gerektiğidir.” – Aslında bu tanım benim son dönemde öykülerimde yapmaya çalıştığım ve soyutlama dediğim, başkalarının distopya dediği ancak içinde var olduğumuz dünyanın ve düzenin temsili olduğundan bence distopya olmayan tarzla benzer.
Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu
”Peki, Gogol’un “Palto”sunun altında ne vardı? Gogol, orada
hangi gizi saklamıştı?
Cevap açıktı: “Küçük insan”. Bu yüzden modern öykünün kökenlerini/doğuşunu
Gogol ‘la başlatanların ileri sürdükleri en
önemli gerekçe, onun küçük/sıradan insanları öykü sanatına ilk kez
sokmuş olmasıdır. Gerçekten de küçük insanın, tarihsel süreç içerisinde
öyküdeki önemi düşünüldüğünde, Gogol’un kurucu kimliğe
layık görülmesi için bu nedenin tek başına yeterli sayılması gerekir.
Çünkü o döneme kadar sadece üstün insan, kahraman karakteri
anlatılmaya değer görülürken bu kez aciz, silik, sıradan bir insan
edebiyatın öncelikli bir figürü oluyordu. Bu öylesine önemliydi ki
“küçük insan” giderek öykü türüyle neredeyse özdeşleşecekti. Bu
bağlamda Gogol’u modem öykünün çıkış noktası olarak görmek,
öykünün geldiği yer dikkate alındığında daha bir haklılık kazanır.”
“Sevim Burak (1931 – 1983) yaşamı boyunca hiçbir edebi iktidara
ödün vermeyerek başkaldıran bir sanatçı kişiliği sergilemiş,
mevcut edebiyat topluluklarının içinde, çevresinde yer almamış,
inatla “yeni bir edebiyat, yeni bir dil” oluşturmaya çalışmıştır. Bu
anlamda fazlasıyla kişisel bir edebi serüven yaşayan Burak’ı Türk
öykü geleneğinde bir akımla veya grupla ilişkilendirmek zordur.
Burak, öykülerinde hayatın “tra jik”liğini hatırlatmayı, dahası, sarsıcı
bir uyarıyla sorgulamayı gündeme getirmiştir. O, insanların öylesine
bir şeymiş gibi dile getirdiği gerçeklerin arka planını irdelemeye
çalışmıştır. Sadece üç öykü kitabı olmasına ve öyküsünü tamamlamaya ömrü yetmemesine rağmen, deneysel arayışları, kurgu
yetkinliği, özellikle avangard tutumuyla Türk öykücülüğünde kalıcı
bir imza olmuştur.”
”Öyküdeki ısrarı, yazınsal titizliği ve sanatçı duruşu, Tomris
Uyar (1941 -2003)’ın Türk edebiyatındaki yerini seçkinleştiren en
belirgin üç özelliğidir. Öykü serüveni boyunca hep yeni arayışlar
içerisinde olmuş, gerçeküstücülükten postmodemizme, dilsel arayışlardan sembolik yaklaşımlara, pek çok anlatım alanlarında denemeler yapmış, ürünler vermiştir. Öyle ki biçimsel “arayışlar” neredeyse onun öykü anlayışı olmuştur.” – Bu yorum beni çok şaşırttı. Dilini çok sevsem de Tomris Uyar öykülerini hiç deneysel ve yenilikçi bulmamıştım.
“Modemizmin getirdiklerini sorgulayan ve epistemolojik ilkeleri sorunlaştıran postmodern düşüncenin temel dayanağı, “son”lardır. Her şeyin yeniden başladığını düşünen postmodernler, her türlü “son”a ilgi duyarlar; tarihin sonuna, insanlığın sonuna, bilimin sonuna. Bu nedenle postmodern tutum bazen kışkırtıcı bir entelektüel çabaya dönüşür. Postmodernist meydan okumanın arkasında, modernizme duyulan kuşku yatmaktadır. Akıl, bilim ve ideolojilere kuşku duymak, postmodernizmin temelidir. Postmodem yorumcular, modemizmin tüm getirdiklerine derin bir şüphe içindedirler ve pek çok argümanlarım “dil” üzerinden ifade ederler. Bir genelleme yapmak gerekirse, postmodern yorumcular dünyayı idealize edilmiş bir ütopya olarak değil, olduğu gibi kabullenme ve tanımlama eğilimindedir. Tüm çeşitleri, renkleri, tonları yorumlarken öncelikle onları var kabul ederler ve bunların gerekçelerini üretirler. Bu nedenle de bir ekol ve hareketten çok, verili olana teslim ve bağlılık sergileyen bir düşünce hareketi görünümündedir. Bir başka deyişle, postmodern düşünce, var olanı, somut olarak yaşananları yüceltir ve meşrulaştırır.”
“Modenist sanat, seçkinciydi; çünkü sanat, ona göre yüce bir değerdi. Bu anlamda kitleselleşmesi zordu. Postmodemizm ise sanat ile kitle kültürü arasındaki mesafenin kapatılmasını hedefler, böylece popüler sanata da kapı aralar. Çünkü bu anlayışa göre edebiyatın hayata yaklaşması gerekir. Modern sanatta özgünlük çok önemliyken postmodern sanatta metinlerarası ilişki önemsenir. Önemli olan kitlenin beğenisidir. Modernist sanatçı için şöyle ya da böyle metnin bir iletisi vardır. Postmodern sanatta ise bu hiç de önemli değildir. Modernistler gerçeği yeniden yorumlarken, postmodern sanatçılar için gerçek diye bir şey yoktur, her şey belirsiz ve muammadır. Gerçeklik tek bir kalıba sokulamaz. Bu yüzden bütünlük fikrinden çok, parçalı anlayışları savunurlar. Tam bu noktada metinlerarasılık devreye girer. Postmodernistler, metin dışı pek çok olguyu metne katarlar. Kolaj ve montajı değerlendirirler. Bu metinlerde kurmaca, üstkurmacaya dönüşür. Aslında her şey bir aynadan ibarettir, orijin diye bir şey yoktur, her şey taklittir. Anlatıcı figürün de, kahramanın da konumu değişmiştir. Okur daha etkin bir konuma gelmiştir. Yazar, metnini okurla birlikte oluşturmaktadır. Edebiyat artık kendini anlatmaktadır. Yazma serüveni yazının temel sorunudur.”
“Kubilay Aktulum’un Metinlerarası İlişkiler kitabından aktarırsak, bu kavramı ortaya atan kuramcı Julia Kristeva’dır. Bu görüş, “Hiçbir metnin daha öru::e yazılmış başka metinlerden bağımsız olarak yazılamayacağı, açık ya da kapalı bir biçimde her metnin daha önce yazılmış metinlerden izler taşıdığı ve önceki metinleri anımsattığı” görüşüne yaslanır. Metinlerarasılıkda bu çerçevede “Her şey daha önce söylenmiştir.” sözlerinin benimsettiği düşünceden kaynaklanır ve bu düşünceyi sürdürür.”
“Öykücülüğümüzde postmodern eğilim dendiğinde ilk anılacak isim, kuşkusuz Feyyaz Kayacan’dır. Postmodern anlatıların bir özelliği olan anlatı içinde bir yazın anlayışı oluşturma yaklaşımı Feyyaz Kayacan’ın öykülerinde yaygındır. Kayacan, öykülerinde bizzat edebiyatı ve edebiyat ortamım metnin ana meselesi yapar. Öykülerde, öykünün, şiirin teorisi yapılır, yazınsal tutumlar tartışılır. Yazınsal anlayışları öykülerinin merkezine oturtur. Neredeyse poetik, kuramsal tartışmalara girer. Tüm öykülerinde mevcut edebiyat ortamını, yazınsal tutumları işleyen Kayacan, oldukça gerçekçi sonuçlara ulaşır. Bu yanıyla da postmodern edebiyatın öncü temsilcilerindendir.” – Boşuna sevmedik.
“Tomris Uyar, 1980’den sonra yazdığı öykülerde postmodern imkanlardan yararlanır. Postmodern anlayışın temel özellikleri olan masallardan yararlanma, metinlerarasılık, öykülerin yazılma serüveni, anlatı içinde bir başka anlatının izinin sürülmesi, iç içe anlatılar, ucu açık sonlar, parçalılık, tamamlanmamışlık, yazarın metinde kendisini sürekli belli etmesi, deneyci kurgu bu öykülerde yaygın bir biçimde yer alır. Açıklama, çözümleme, göndermelerle oluşturulur öyküler. Kurgu, öykülerin temel sorunsalıdır. Tomris Uyar bu öykülerde tümüyle yazma serüvenini öyküleştirir, öykünün “anlatılan” bir şey değil, “yazılan” bir şey olduğunu örnekler.” – Yaz Düşleri/Düş Kışları(ne güzel isim), Sesler, Yüzler, Sokaklar, Gecegezen Kızlar ve Güzel Yazı Defteri kastediliyor sanırım. Okumak lazım.
“Betimlemenin amacı canlandırmaktır. Ama biz görüntüyü her şekilde öykücünün gördüğü şekliyle görürüz. Aslında hiç kimse bir daha bu görüntüyü bir öykücünün gördüğü gibi göremeyecektir. Çünkü her defasında “görme biçimi” farklılaşacaktır. Burada görünenler, yazarın niyetine hizmet etmek için gerçekliğinden koparılmış, tümüyle anlatımın bir öğesi haline getirilmiştir. Bu yüzden mekan/manzara/çevre, doğada “olduğu” haliyle değil, yazarın/anlatıcının “gördüğü” haliyle öyküye yansır. Bir başka deyişle “görülen şey”i bilgi objesi olarak kabul edersek, bu bilgi objesi, yazarın yorumuyla estetik objeye (betimlemeye) dönüşmüştür. (Kuşkusuz burada herhangi bir öyküden değil, betimlemeye özel bir önem veren öykülerden, günümüzdeki imgesel işlevi de olan betimleme algısından söz ediyoruz.)”
“Tomris Uyar, öykülerinde betimlemeyi klasik anlamda “olayların geçtiği yer” ve kişiyi “göstermek/tanımlamak” olarak değil, kahramanların ruh durumunu açıklayan önemli bir araç/imkan olarak kullanır. Uyar, hayatın geçiciliğini, insanın ölüme direnemediğini temellendirirken betimlemeyi imge katına yükseltir. Selim İleri’nin öykülerinde de betimleme önemli bir yer tutar. Özellikle çevre betimlemeleri onun en sık başvurduğu yöntemdir. Renkler, bitkiler, gökyüzü onun öykülerinde oldukça fonksiyoneldir. Çiçekler onun öykülerinde sadece bir çiçek olarak yer almaz. İleri, çoğu kez çiçekleri, bir durumu, bir duyguyu açıklamak için kullanır. Füruzan, betimlemenin gücünü iyi kullanan yazarlardandır. Özellikle Sevda Dolu Bir Yaz betimlemenin nasıl kullanılacağının başyapıtı gibidir. Öyküler, bir anlamda kentin (İstanbul) ruh değiştirmesine tanıklıktır. Füruzan, insanların ruh değişimlerindeki yıkılmışlığını, şaşkınlığını mekanlarla özdeşlik kurarak anlatır.” – Betimleme özelinde tek kitap seçecek olsam Sevda Dolu Bir Yaz derdim.
“ Suç ve Ceza’yı yazmayı tasarlayan Dostoyevski, bir mektubunda Raskolnikov’un doğuşunu şöyle duyurur: “Kitabın konusu gerçekten çok güzel. Kahramanına gelince bugüne kadar hiç denenmemiş bir kişi.” Dostoyevski mektubunda bu kahramanın “yeni fikir ve görüşlere” sahip olduğunu da ekler. Çünkü o, romanda, bir yazarın sırf kendisi tarafından yaratılan ve daha önce başkaları tarafından yaratılmamış kişileri önemser; eski nakaratlara yeni hava uydurmayı reddeder. Dostoyevski mektubunda Raskolnikov ‘un doğuşunu, yeni bir hayat teklifine dayandıracağını açıkça belirtir. Bu anlamda söylenegelen klişenin aksine, hayatta her an karşımıza çıkabilecek karakterler değil, hiçbir zaman karşılaşamayacağımız karakterler bizde iz bırakır. Ama okurun bilincinde, yüreğinde bir kişilik olarak var olabilmesi koşuluyla.” – Atölyelerle işin tekniğine indikçe tam tersi yöne kaydığımı fark ettim. Sanki gerçekçiliği verebilmek adına normalleştirilmiş ve bize/çevremizdekilere benzeyen karakterlere ya da klişelere yönlendiriliyoruz?
Necip Tosun, Modern Öykü Kuramı
Leave a Reply