29 Eylül 2025 Haftası

“Tam olarak ne zamandır yazdığımı bilmiyorum. Ama düşünüyorum da, aslında en başından beri yazmış olsam gerek – kafamın içinde…
Kitap benim için hep kutsal bir nesne oldu. Yazarları tanrı katında, ulaşılmaz varlıklar olarak gördüm. Yazarlık bir tür tanrılıktı; dolayısıyla, yazarlığa özenmek, tanrı olduğunu iddia etmeye kalkışmakla eşdeğer bir küstahlık sayılmalıydı. Yazar olunamaz, ancak yazar doğulabilirdi.

Bu yazgıcı inançta bugün de bir doğruluk payı bulurum: Yazı bence teknik açıdan öğrenilebilir, öğretilebilir, ama yazar olunamaz, olsa olsa yazar doğulur. Bence yazarlık, bir dil becerisi olmasının yanı sıra, aynı zamanda da bir ruh halidir. Kitaplar yazmak ve onların yayımlanmasını sağlamak, ancak tutkuyla istenirse aşılabilecek engellerle dolu bir yoldur. Bu tutkuyu duyabilmek ve bu engellerle savaşacak inat ve cesareti gösterebilmek için, yazıya ve yazına yaşamsal bir önem atfediyor olmak gerekir. Bu durumda, kişinin yaşamındaki değerler skalası, doğal olarak, bambaşka kriterlere göre biçimlenecektir. İşte bu yaşam duruşu, sonradan öğrenilebilecek birşey değildir. Birçok karakter özelliği gibi, doğuştan gelir.

Ancak şunu söylemek gerekir ki, yazar olmak üzere doğan herkes yazar olmaz. Kişinin yazarlığa sıvanması için, ilkin yazar olmak üzere doğduğunu keşfetmesi gerekir. Bu ruhsal keşif, sorunsuz bir süreç değildir, hatta –benim durumumda olduğu gibi– enikonu uzun ve zorlu da geçebilir. Sanırım, kendime koyduğum zihinsel engellerin üstünden atlamayı uzun süre beceremediğim için, ben bu keşfi yapmakta geciktim ve kafamdakileri kâğıda dökmeyi hep ileriki bir tarihe erteledim.”

“Kâğıt beyaz değil hafifçe koyu renk bir kâğıt olursa daha iyi. Beyaz kâğıdı cesaret kırıcı buluyorum, korkunç bir boşluk duygusu veriyor bana ve tabii o boşluğu doldurmanız gerek. Halbuki hafif sarımsı veya grimsi bir kâğıt olursa, boşluğu daha az hissediyorsunuz.”

“Orhan Pamuk bence çok has romancılık kumaşı olan bir yazar, ama bu kumaşı iyi işlemediğini düşünüyorum. Sanatçı yanı güçlü, ama zanaatkâr yanı zayıf. Ve artık öyle bir hale geldi ki, zanaatkâr yanının zayıflığı, sanatçı yanını da tökezletmeye başladı. Giderek daha kötü kitaplar yazıyor. Ve tuhaf olarak –ya da doğal olarak demek lazım ironik bir biçimde– giderek daha popülerleşiyor…”

Ali Teoman, Yazı, Yazgı, Yazmak – yine her cümlesini not almak istediğim kitaplardan

“Yani,” diye açıkladı erkek, “kişinin yaşamının belli bazı nok­talarda çatallandığını, birbirinden bütünüyle farklı yazgılara götü­ren yollara ayrıldığını söylemek istiyorum. Ve başlangıçtaki bir bağlamsal çerçeveden hareket ederek, sözkonusu kritik anlardaki seçimlerimizle, bir anlamda yine kendimiz belirliyoruz kendi yaz­gılarımızı. Değişmez alınyazısına inanmıyorum ben, kaderci filan hiç değilim.”

“O halde sen veya ben, o çocuk gibi olabilir miydik, yani?”

“Uzak bir olasılık, ama hiç olmayacak iş de değil.”

“Peki, ya o, senin veya benim gibi olabilir miydi?”

“Bu, daha uzak bir olasılık. Ama söylemek istediğimin doğru olmadığını göstermez bu. Çıkış noktasındaki bağlamsal çerçeveyi zaten en baştan öngördüğümü unutma. O, ne yazık ki, doğuştan şanssız ve dolayısıyla da ancak ‘kendi sikletinde’ dövüşebiliyor. Ama sonuç olarak, yalnızca bir derece farkı var onunla bizim ara­mızda, yoksa kategorik bir fark değil bu. Aynı kurallar onun için olduğu denli, bizim için de geçerli. Aynı topraklar üzerinde yürüyoruz.”

Ali Teoman, İnsansız Konağın İkonu

“Konformizmle oportünizm arasındaki fark nedir ama? Ya da ortada gerçekten bir fark var mı? Amiyane bir eğretilemeye baş vurmak gerekirse, “yaş bokla kuru bok arasındaki fark” gibi bir fark mı bu? Evet, belki de öyle. Ama gözardı edilebilecek denli küçük de olsa, bu iki kavram arasında önemli bir fark olduğunu sanıyorum. Aslına bakılırsa, niteliksel olmaktan çok, niceliksel bir ayrım bu: Oportünizm, konformizmin bir üst derecesiymiş gibi geliyor bana. Bir konformist, statükoya ya da başka bir deyişle “araziye” uyarak kendi gemisini kurtarmaya çalışan bir kaptandır. Bir oportünist ise, bir korsandır daha çok. Kendi gemisini kurtarmaya bakmaz yalnızca, bu arada voliyi de vurmaya çalışır, üstelik ne pahasına, kimin zararına olursa olsun.”

“Yapıt! Onun yapıtı… Yapıtları… Bir yapıt ve bir kitap arasındaki farkı düşünüyorum. Bir insan –üstelik bu denli sık– “kendi yapıtı”ndan söz edince, ne yalan söylemeli, tüylerim diken diken oluyor. Belki tuhaf, ama birinci tekil kişide iyelik eki alamayacak eksikli bir sözcük bence yapıt. Kulak tırmalıyor yoksa.”

“Café Esperanza denizden uzak. Denizden çok uzağız. Bütün kişi ve kiplerde çekilen geçişsiz bir fiil özlem: Uzağım, uzaksın, uzak. Uzakdık. Uzakmışsınız. Uzak olacaklar. Hep uzak mı olacağız gerçekten? Herkes herzaman uzak mı olacak? Hiç varılamayacak mı gidilen, gitmek için yola çıkılan o yere? Hedefine hiçbir zaman varamayacak olan bir ok muyuz biz? Kirişten kurtulup hedef tahtasını bulana dek havada çizdiği eğrinin her noktasında sonsuzca duran bir ok. Devinimsiz bir ok. Sonsuza dek yerinde sayan, ölü, taşlaşmış bir ok. Café Esperanza sonsuz sayıdaki bu duruş noktalarından biri mi yalnızca?”

“Eğer bu bir gülümsemeyse, niçin böylesine buruk, böylesine kırık? Onları niçin böyle çiziyorsun? Gülümsemekle gülümsememek arasındaki o tuhaf, belirsiz bölgede asılı kalmış yüzler. İnce, incecik, zayıf, cılız kollar, bacaklar, vücutlar. Neredeyse iskelete dönmüş, bir deri bir kemik kalmış, avurtları avurtlarına geçmiş, raşitik insanlar, toplama kampı mahkûmları, mezar kaçkınları. Bildiğimiz anlamda insan değil bunlar, ama insan müsveddeleri, çoktan öldüklerinin farkında olmayan cesetler, tıp fakültelerinin neon ışıklı morglarında teşrih masalarına yatırılmış sahipsiz kadavralar… Kendi resimleri hakkında uzun uzadıya konuşmayı sevmiyor Rapazinho, ama anlıyorum ki, böyle görüyor insanları. Onun gözünde bu insanlar, bu kent, bu sokaklar, hepsi, herşey, rengi atmış paçavraların üzerine çizilmiş soluk birer ikona.”

“Yo,” diyor, “Ne dinle ne tanrıyla ne de Papa’yla hiçbir alışverişim yok benim. Şeytan görsün suratlarını! Çarmıhtakini seviyorum ben ama. Tanrının oğlu olarak değil, basit bir insan olarak. Benim için bir simge o. Xeno’nun diliyle konuşmak gerekirse, evrensel bir arketip.”

Ali Teoman, Cafe Esperanza

“Rosa’nın babası on sekiz yıllık garantiyi dolduramadan ölünce anacığı firma değiştirerek Rosa’nın mutluluğunu yeniden garantiye aldı.”

“Tren bir gün gecikmeyle Rosalar’ın kentine vardı. Savaş Tante Rosalar’ın sokağına varmıştı. Yemek odasında, yüz-numarada ve tavan arasında savaş vardı. Aile mutfakta, yatak odasında ve bodrumda savaşın eksilmesini bekliyordu. Savaş eksilmiyordu, önce babalar eksildi, sonra ağabeyler eksildi, savaş eksilmedi.”

Sevgi Soysal, Tante Rosa

“Her zaman olduğu gibi gene çok bireyci davranacağım. Başka türlüsü
elimden gelmiyor. Toplumun oluşumunda en çok bireyin varlığına önem veren bir bireyciyim.”

“Aslında batıyı, kuzeyi, güneyi, kuzeybatıyı ve geçmiş bütün zamanları, burada, Akdeniz duyarlılığı içinde ve bir üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu insanlardan biri sayıyorum kendimi. Her olaydan ve sıkıntılardan çok şey öğrenileceğine inanıyorum. Hani bir İsviçre dağ köyünde, İtalya’ya bile inmemiş, öyle havaya, göle, ineklere ve çayırlara bakarak yaşayan insanlar tanıdım. Ben, bu tür bir yaşamı mutluluk saymıyorum. Beni etkileyen, yaşadığım ülkenin ve batı ile bağların oluşturduğu ikilik’tir.

Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün,
o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. (Ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü,
kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalım yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim.

Bir cümle de ben eklemek istiyorum:

“Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum””

“Neden edebiyat? Yeryüzüne dayanabilmek için. Bu çabada da, düşünüyorum da en büyük direnme gücü veren yazar Franz Kafka.

Kafka neden giderek önem kazanıyor? Yalnız yazının gizemi, alaylı biçemi, dehası, çağı, çağları önceden haber verişi, özellikle bizim ulusumuzun içinde yittiği bürokrasinin öldürücülüğünü böylesi
akılcı ve alaylı dille anlatması, alçakgönüllülüğü, yalnızlığı, acısından mı kaynaklanıyor?

İnsan toplumunun kafkaeskliğini ancak Kafka ile mi kavrıyoruz?
Yoksa Kafka, bizim adımıza, ama bize karşı örgütlenen güçlere direncimizin tüm ipuçlarını verdiği için mi giderek önem kazanıyor? İnsanın umutsuzluğu çağlarla çığ gibi büyüdüğü için mi?

Kafka ile yaşamak acınacak güncelliğimizin en büyük umudu.”

Tezer Özlü, Yeryüzüne Dayanabilmek İçin