“Kendimi genellikle yeryüzünün her yerinde sürgün sayıyorum. Ve hiçbir yerinde göçmen saymıyorum. Yazdıklarım göçmen yazını değil. Somut anlamda sürgün yazını da değil. Ben kendi kendimi her an, her yerde için için sürüyorum.”
“Berlin’de kaldığım bir yıl, beni edebiyatla baş başa bıraktı. Bu durum hem çok yararlı, hem de çok yorucu oldu. Acı duyarak, hem de çok yorucu oldu. Acı duyarak, ancak acılarım taştığı zamanlar yazabildiğim için, kendi kendime işkence etmek yazı yazmak. Ama zaman zaman kaçınılmaz bir durum.”
“Tarkovski, hem sosyalist, hem de kapitalist düzeni yadsıdığını, her iki düzene de filmsel şiirle karşı çıktığını söylüyor.
“Neşeli insanlar beni yanıltır, onlara hiç tahammülüm yok. Ancak hiçbir pürüzü olmayan ruhlar neşeli olabilir, çocuklar ya da çok yaşlılar. Ama neşeli insanlar hiç de bu nitelikte değil. Kanımca neşe, insanın ancak çevresini, içinde yaşadığımız koşulları kavrayamamasından kaynaklanıyor”. “Nostalghia”, diyor Tarkovski “yalnızca memleket hasreti değil. Rusça’da nostalghi bir hastalık, öldürücü bir hastalık anlamına gelir. Andrei, ülkesinden uzak
bir hastalığa tutulmuştur. Giderilmesi olanaksız bir özlemin hastasıdır. Neyi özler? Gerçeği, gerçek yaşamı özler.” (Tarkovski’nin Le Monde’da yayımlanan konuşmasından.)”
Tezer Özlü, Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
“Ceset kokmuş ettir. Güzel, peki peynir ne? Sütün cesedi. Durmadan içeriye girip çıkanlar. Her hastanınsayısız iyileştiricisi var. Kahvaltıdan sonra akıl verenler, öğle yemeğinden sonra akıl verenler. Kente eşlik
edenler, bir mağazaya eşlik edenler, ormana eşlik edenler ve her gün burada oturan ve kazaklar ören sayısız iyileştirici. Sayısız ipek, pamuklu ve yünlü kazak örülüyor, karışık iplikle, renkli motiflerle
yapılanları da var, kimbilir ne zaman ve hangi amaçla giyilecekler?
Klinikte beş ya da on yıl geçirenler, mutfak ya da bahçede çalışmaya hak kazanıyorlar. Geldim. Doğru bahçeye koştum. Ağzıma üç yaprak verildi, zehirlendiğimi sandım. Akşamın yaklaştığının farkına
varamadım. Sayısız parçalara bölünüşümü, benimle birlikte dünyanın da parçalanışını anımsıyorum.”
“Çocuklar, ben ölesiye yorgunum artık bir havaalanına gidemem, bir bankaya gidemem, bir alışveriş merkezine giremem, tuvalete bile gidemem.
O kadar yorgunum ki 50 yılda bile dinlenemem.
Yaşamım yazarların acısını aramak oldu. Çocukluğumda Dostoyevski’nin nihilist acısını buldum. Otuzumda Pavese’nin intihar acısını. Bugün Berlin’de Peter Weiss’ın antifaşizm acısını.
Acıyla bağlantılı mutluluğumdan çok memnunum.
Bir yandan dünyayı tüm insanların mekânı olarak algılamak gerekir.
Her sabah yepyeni bir dünyaya kalkıyorum. Her akşam dünyanın bütün yorgunluk acı ve çelişkileriyle dayanamaz duruma geliyorum.
İnsan her şeyi nasıl isterse öyle algılayabiliyor. Kanallarda yol alan bu gemi neden duygularıma göre öteki dünyada yol
alıyor olmasın?
Ay kırmızı üç fabrika bacasının gerisinde duruyor. Ay ile birlikte kalın fabrika bacaları da yakın. Ama gerisi. Gerisindeki dünya orada bitiyor. Onun gerisinde hiçbir şey yok. Korku.
Ben orada bitiriyorum dünyayı. Benden sonra her şey çok çetin olacak.”
“Dün Tender is the Night’ı bitirdim. Kitabı okumam iki gün sürdü.
Birinci gece bırakmak istedim. Kitap çok güzel, çok duygulu,
çok yumuşak, çok zarif, çok acıklı, çok büyük. Kaldırıp, ilerde,
İstanbul’daki can sıkıcı gecelerde okumak istedim. Ama gene
okuyabilirim. Pavese’yi de yıllar sonra bu kadar büyük ve git-
tikçe büyüyen ilgiyle okuyup çektiği acıları duyduğuma göre.
Benim de tek avuncum acı çekmek değil miydi?
Kitabın sonunda,
“Ne kadar can sıkıcısınız hepiniz”, diyor.
Sanki 385. sayfa hepinizin ne kadar can sıkıcı olduğunu söy-
lemek için yazılmış.
Grunewald’a gittim. Ağaçları, ışıkları, renkleri görmek is-
tiyordum. Yarım saat sonra hiçbir şey görmediğimi, yalnız
Fitzgerald’ı düşündüğümü, içimde bir sesin: “Ne kadar can sıkıcı-
sınız hepiniz” dediğini duydum.”
Tezer Özlü, Kalanlar
(Tezer Özlü’den Ferit Edgü’ye)
“Hiç yemek yernedim bugün. Öyle sanıyorum ki artık hiç yemek
yemeyeceğim. Uyumayacağım. Çünkü uyuyan ve yemek yiyen
ben değilim. Ben beni bunaltıyor.
Ben’in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim.”
“Beckett’imsi bir ölülükte yalnız, şimdilerde değiliz. Sen Beckett’i
çevirdiğinden beri, Hakkari’ye gittiğinden beri, yirmi yaşlannda
bilinçlendiğimizden beri o ölülükteyiz. Kafka gibi veremden
çatlamamamız, Beckett kadar ölü görünmememiz, Şarklılığımız
yüzünden. İç dünyamızın farkı olduğunu sanmıyorum.”
“Ne düşündüm biliyor musun, sizin eski Mavi akımı gibi
bir grup oluşturmalıyız. Bu g.ruba: Ferit Edgü, Orhan Duru,
Demir Özlü, Leyla Erbil, Tomris Uyar, Nazlı Eray ve Tezer Özlü
… girebilir. Herhangi bir toplantıya ya grup olarak katılırız, ya
da hiç katılmayız.”
“Yıllar önce, 1960’lar başında, Beckett’i
okuduğum yıllarda, onu ne denli hayal gücü geniş bir yazar
sanmıştım . . . Bu denli hiçliğe nasıl vardığını, böylesi bir yalnızlığı
nasıl bu kadar çeşitli söyleyebildiğine şaşırmış tım, oysa ne denli
gerçekçi bir yazarmış . . . Avrupa’nın gerçeğinin tam kendisini yazıyormuş … Şimdi Demir, sen, burada ben … Beckett’in duyduklarının
daha da derininde değil miyiz … Çünkü Beckett ölmek
de bilmiyor … Öyle bir şey başımıza gelmesin, ben istemiyorum.”
“Sana hemen yazamayışıının ilk nedeni, okuduğun gibi, daktilo
sorunu. Çok güzel elektronik bir makine aldık, bunun klavyesine
tam da olmasa oldukça alıştım, ama bu makine ile yazmak,
adeta piyano çalmak kadar zevkli ve şimdi attan inip, eşeğe binemediğim için, küçük portatif makineyle hiç yazamıyorum. Elle
yazınca da düşüncelerim dağılıyor. Ama bu böyle olacak
sanma, bir ikinci harf çemberine Türkçe işaretleri ısmarladım, 2
hafta sonra gelecek, o zaman i’ siz ve yumuşak g’li mektuplar yazabileceğim.”
(Ferit Edgü’den Tezer Özlü’ye)
“Birkaç yıl önce, çocukluğunun soğuk geceleri için düşünüp de
söyleyemediğim, dile getiremediğim buydu işte: o malzemenin
öykülerneye değin, böylesi bir çığlığa dönüşmesi gerektiğini düşlemiştim.
İçine sıçayım edebi türlerin. Romanın. Öykünün. Şiirin.
İçine sıçayım. Bana yaşamın ucuna yapılan yolculuklar gerek. Bu yolculuğun türü mü olur?”
“Sedat Simavi işini dün Sezer ile açhk. Jüri hemen hemen eski
jüri. Gece’nin ucuna . . . ödül mödül vermezler. Ama aday göstermekle
bir şey kaybetmiş olmayız dersen, benim bir diyeceğim
yok, aday gösterir, gerekeni yaparım.”
“Az önce Demir’ e de yazdım: Paris’ te gençlik yıllarımı yeniden
yaşamayı istemiş olmalıyım. Yaşar gibi oldum. Ama yaşanamayacağını
da (sonradan) öğrendim. Heraklit haklı: aynı ırmağın sularında
iki kez yıkanılmaz.
Hele yirmi beş yıl sonra.
Belki bu da kaçış. Bilmiyorum.
Zaten, manhklı her açıklama, mantıksız ve manhksız olması
gereken gerçekliği manhksızlıkta olan bir andan, bir dizi anlardan,
bir süreden kaçmak demek değil mi?
Açıkladım (Heraklit’ e başvurarak da olsa) ve o an -anlar- süre
ardımda kaldı.
Neyse gittim ve döndüm.”
“Şunun için, yakınlarımın, sevdikleriınin, özellikle hiç beklemediğim
bir anda aldığım kötü haberlere “bedenen” dayanasım yok.
Senin hastalığım bildirdiklerinde, bir de kendimi suçladım:
Kitabına verdiğim adın uğursuzluğuna inanır gibi olmuştum. (Yaşamın Ucuna Yolculuk)
Bunları sana bildirmeden yeniden yazışmaya başlayamazdım seninle.”
Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları, Her Şeyin Sonundayım
“Bugünkü akşamüzeri yürüyüşünde Uhlandstrasse’ den kendi
sokağıma döndüğümde düşündüm: Yirmi üç yıldır başkalarının
olan ülkelerde yaşıyorum. İsveç’ te, Almanya’ da, bir süre kalmaya
gittiğim her ülkede bir “ziyaretçi”yim. Kendim de böyle hissediyorum.
Bir “misafir” değil, bir “ziyaretçi.” Sessiz bir ziyaretçi.
Başka bir şey değil. Kendi ülkeme gittiğim zaman neyim? Orada
da bir “ziyaretçi” değil miyim?”
“İnsanlar artık mektuplaşmıyorlar. Mektup yazmak, mektup
almak kültürünün ortadan kalkıyor olmasıyla da kendilerinden
neler kaybettikleri üzerine düşünmüyorlar. Haberleşmenin taşınabilir
telefona indirgenmesi, insanlarda “panik bunaltısı” adı verilen
hastalığı kışkırtıyor. Bir yandan bu iletişim biçimi konuşma uzadıkça,
ödenecek parayı da arttırıyor. Yazılan mektubun istenildiği
kadar etraflıca olması, iç dökmenin geniş olanakları, duyguların
yazıya dökülmesi, iletişim açısından ne kadar da önemliydi. Hem
de bir çeşit psikanalizdi. Mektup yazdığında kişi hem bir şey yapmış
oluyordu. -Mektup küçük bir yapıttır da.- Taşınabilir telefonla
insana sürekli olarak sevinç verici haberler gelmiyor ki! (e-mail)se
peep-show’larda çıplak kadın seyretmeye benziyor: dokunamazsınız
ve perde biraz sonra iner. Gene de bu hızlı iletişime -insana
sıkılmak için pek çok boş vakit bıraktığı, ya da kendine bağımlı yaparak
bütün vakitlerini elinden aldığı için- sevinmeli miyiz?
Sanırım asıl önemlisi bir mektup edebiyatının varolduğuydu.
Yazının geniş alanlarından biri. Mektup edebiyatı da bütün bütüne
ölecek gibi.
Yazdığı mektuplar yazınsal değer taşımasa da, yazanın elinde
kalsa da, aldığı karşılıklarla da mektup, şu geçici yaşam içinde, insanlar
için bir geçmiş, bir tarih yaratıyordu; bir öznel tarih birikimiydi
bu. İnsanın kendi tarihi. Bugünkü modem araçlarla bu tarih
uçup gidiyor. Yazılı kültüre geçmiş ülkelerde, mektuba verilmiş
olan değer, mektupların saklanması boşuna değil. Bu yeni iletişim,
geriye, örneğin Nietzsche’ nin, müzik alanında Peter Gast’ a yazmış
olduğu mektuplar gibi bir yapıt bırakabilir mi geriye?”
“Çok iyi biliyorum ki, Türkiye’ den Almanya’
ya başlayan (1960’lardaki) “işçi göçü” tam bir katliamdır.
Özellikle ilk kuşak için tam bir ruhsal katliam, ikinci kuşağın pek
çok çocuğu için de maddi ve manevi tam bir katliam. Kendini kurtaranlar az sayıda. Üçüncü kuşaktansa fışkıran yetenekler çıkıyor.”
Demir Özlü, Kanal Kentlerinde