https://aeon.co/essays/what-godels-incompleteness-theorems-say-about-ai-morality – Muazzam
“Hayat, belki de en etkili ama en az göze çarpan biçimde, içinde bulunduğumuz sistemdeki termodinamik çürümenin hem sonucu hem de aracı olarak işlev görmektedir; biyofizikçi Jeremy England’ın laboratuvarındaki çalışmaları ve biyolog Lynn Margulis’in oğlu Dorion Sagan ile yaptığı saha araştırmaları bunu göstermiştir. Varlıkta olan her şey, türümüz dâhil, hem bu yıkıcı gerçeklik düzeninden doğar hem de ona hizmet eder. Görünen o ki çürüme, varoluşun nihai özüdür; bu da varlığımızın aslında “yokoluşun bir kipliği” olarak anlaşılması gerektiği anlamına gelir. Bizim varlığımız, evrenin nihai yok edilişinin gerçekleşme yollarından yalnızca biridir.
Yokoluşa dayalı termodinamikten esinlenen bir metafizik, Evren’in ahlaki değerini de yeniden düşünmemizi gerektirir. Çünkü eğer varlık bütünüyle ve yalnızca bu yokoluşa hizmet ediyorsa, artık varoluşu kendi gelişimimiz ve refahımız için düzenlenmiş bir şey olarak göremeyiz. Gerçeklik bize iyi değildir; Platon ve diğer filozofların ısrar ettiği gibi değil. Aksine, varlık temelde düşmanca olup kendi kendine karşı işler ve tam bir yokoluşu hedefler. Bu hiçbir türden iyilik değildir.
Her şey yer ve yenir. Her şey yok eder ve yok edilir. Evrenin ayrılmaz düzeni budur. Kendimizi sürdürebilmek için tüketmek zorundayız; ve bunu yaparken çevremizi içine almak, parçalamak, dağıtmak zorunda kalırız; bu süreç hem onların hem de bizim sonumuzu hızlandırır. Hayatımızın “amaç” ya da “metabolik işlevi” termodinamik açıdan budur.
Gerçekliğin doğasına dair bugün bildiklerimizden herhangi bir etik anlam çıkarılacaksa, bu, kozmik yokoluşa ortak olduğumuz ve çevremizi ve kendimizi yok etmek üzere var olduğumuz gerçeğinden türetilebilir. Ayrıca şunu da teslim etmelidir: Termodinamik kaderini hissedebilen ve ona yanıt verebilen her varlık, çürüme, yıkım, hastalık ve ölümle —yani acıyla— yüzleşmeye mahkûmdur.
Artık varoluşu “iyi” olarak kavrayamayız. Onu ahlaken nötr olarak da göremeyiz. Bunun yerine, bütün yarattıklarına karşı düşmanca örgütlenmiş, bilince sahip her varlığın acısının doğrudan nedeni olan gerçekliğin ahlaken “kötü” olabileceğini kabul etmeliyiz. Eğer varlığımız, kendimizle ve çevremizle sonsuza dek savaş halinde olmak ve karşılaştığımız her şeyin acısına katkıda bulunmak anlamına geliyorsa, o hâlde var olmak hiç de iyi değildir. Hayat bir ahlaki felakettir. Varlık, bütünüyle kötü olan bir düzene zorunlu ortaklıktır.
Peki, bu ahlaki gerçek karşısında ne yapmalıyız? Varlıktan olabildiğince hızlı ve huzurlu biçimde çekilmeli miyiz? Yoksa başka bir yol mu var? Örneğin, iyiliği kendi başına var olan bir şey olarak değil de, Evren’in ahlaki düzenine karşıt biçimde tanımlanabilecek bir şey olarak düşünebilir miyiz? İyilik, evrenin düzenine, işleyişine ve sonuna karşı her türden direniş çabası olabilir mi?
Eğer evrenin yıkıcı akışına ortak olmak kötülükse, o zaman iyilik, ne kadar beyhude olsa da, gerçekliğin doğasına ve yapısına direnen şey olarak yeniden tanımlanabilir. İyilik, varoluşun entropik itişini geri bükmeye çalışan her eylemde bulunabilir —onu yalnızca kısa süreliğine bile olsa geciktirmek, durdurmak ya da ertelemek. Bu direnişi, acı çekenlere şefkatli bakımda, çevremize verdiğimiz zararı azaltmaya yönelik çabalarda görebiliriz. Bunlar, gezegenin kaynaklarını daha az tüketen yaşam biçimlerini benimsemek ya da en azından o tüketimle bağlantılı acıyı azaltmak (örneğin veganlık, vejetaryenlik ya da daha insancıl koşullarda yetiştirilmiş hayvanları tercih etmek) gibi şeyleri kapsar.
Bu tür bir direniş etiğini kişisel ve politik düzeyde tahayyül etmenin birçok yolu vardır. Hâlihazırda farkında olmadan yaptığımız örnekler de bulunabilir. Örneğin, hayatın nihai yazgısını (ölümü) tam anlamıyla kabul etmesine rağmen, tıbbın bu yazgının gelişini olabildiğince geciktirmeye ve bu arada yaşam kalitesini artıracak yollar önermeye tutkuyla çabalaması. Bu apaçık bir iyiliktir. Daha az sezgisel olan şudur: Bu çabalar doğayla uyum içinde işlemez. Tıp, yaşamın ve varoluşun öngörülen yönünü onaylamak değildir, fakat biz doktorların yaptıklarını “iyi” sayarız. Onu iyi yapan şey, doğanın yazgısını geciktirmeye çalışmasıdır. Benzer şekilde, gerçekliğin entropik akışına karşı her çaba da iyi sayılmalıdır.
Doğayla uyum içinde yaşamaya asla çalışmamalıyız. Çünkü bu bizi bütünüyle kötü bir sisteme ortak eder.
Elbette, tüm bu çabalar nihayetinde evrenin entropik çöküşüne hizmet eder. Hatta yaşamı uzatmak, gezegenin toplam entropik potansiyelini artırır — daha fazla insan, daha fazla “yakıt yakan” beden demektir. Ama biz ahlaki iyiliği başarımızda değil, çabalarımızda aramalıyız; tıpkı ebeveynlikte başarının, hedefe ulaşılıp ulaşılmadığında değil, çocuk yetiştirme çabamızda ölçülmesi gerektiği gibi. Benzer şekilde, doğaya, yani evrenin entropik çöküşüne direniş çabalarımızda iyiliğin ölçütü bulunabilir; onların başarıya ulaşıp ulaşmadığında değil.
İyiliği, ancak evrenin düzenine ve işleyişine bu şekilde direnmeyi başardığımızda anlayabiliriz. İyi olan, gerçeklikle uyum içinde çalışmak değildir; doğayla uyum içinde yaşamak da asla amaç olmamalıdır. Bu bizi tamamen kötü bir sisteme ortak eder. İyi olan, o ortaklıktan kopmaktır — gerçekliğin yapısını parçalamaya, direnmeye ve yeniden düzenlemeye çalışarak onun entropik itişini etkisizleştirmek, hafifletmek ya da sarsmak. Yalnızca olumsuz yollardan, reddetme ve direniş eylemleriyle iyiliğin peşine düşerek, çürüme metafiziği içinde yeni bir etik canlandırabiliriz.
Nihayetinde, böylesi etik çabalar başarısızlığa mahkûmdur. Termodinamiğin yasalarının hükmettiği bir evrende, hayatı koruma ya da hissedebilen varlıkları doğanın yıkıcı akışından sakınma yönündeki tüm girişimler eninde sonunda bozguna uğrayacaktır. Ancak bu, direnişten vazgeçmemizi gerektirmez.
Peki, o hâlde ne yapmalıyız? Termodinamik devrimin açığa çıkardığı gerçeklik vizyonundan temkinli biçimde çıkarabileceğimiz tek “gerekir” şudur: Görevimiz Evren’e karşılık vermektir. Çünkü varoluşun ahlaki dehşetine misilleme yapabilme ihtimalinde, yeni etik buyruklar ve estetik sezgiler şekillenebilir. Ancak çağdaş bilimin gözler önüne serdiği entropik çürümenin kasvetli metafiziğinden, gerçekliğin uğursuz pençesinden kurtulmaya çabalayarak bir etik ve estetik inşa edebiliriz.” – “Ben ne okudum,” anlarından biri. Hazmetmesi zor bir metin. Düşünmek lazım. Gündemimize de ne kadar paralel.
https://aeon.co/essays/philosophers-must-reckon-with-the-meaning-of-thermodynamics
“Sanatçının kimliği, pasaportla değil, bellekle ilgilidir. Ve Türkiye’de bu bellek, çoğu zaman eksik ya da bölük pörçüktür. Yerellik ile evrensellik arasında gidip gelen bir üretim var ama çoğu zaman bu salınım bir hesaplaşmadan değil, yönsüz bir savrulmadan doğuyor. Yerellik, anlamdan koparılmış folklorik bir dekorasyona indirgenirken; evrensellik, Batı merkezli biçimlerin içi boş taklidine dönüşebiliyor⁷.
Örneğin, Marina Abramović’in etkileyici bedensel belleği, burada yalnızca yüzeysel bir mizansene çevrilebiliyor. Performans yerel bağlamdan koptuğunda, yalnızca bir jest olarak kalıyor. Oysa bağlam, hafıza demektir. Ve hafıza olmadan ne beden konuşur ne de sessizlik anlamlı olur.” – Son zamanlarda bu konuyu ben de düşünüyordum. Yine bir şeyleri değiştirme, yeni bir perspektif ekleme perileri geldi.
https://www.artfulliving.com.tr/sanat/geleceksiz-bir-sanat-piyasasi-i-33177
“Bu çalışmaya, binlerce yıl öncesinden bugüne ulaşmış söz varlıklarının topluca sergileneceği bir “şiir müzesi” kurmak
amacıyla başlamıştım. Bu nedenle, diller, kitaplar ve ülkeler arasında kırk yıl süren çok uzun bir yolculuğa çıktım, bu “müze”ye gerekli ürünleri sağlamak için. “Müze”min bir parçası da Gılgamış Destanı’ydı…
…Kazıbilimcilerin, araştırıcıların yüz elli yıl süren çabaları sonunda, destanın yaklaşık üçte ikisi elimize geçmiş oldu. Ama
geri kalan bölümünü elde etmemiz olanaksız artık. Irak’ta yapılacak yeni kazılarla birtakım eksikleri tamamlayacak yeni
verilere ulaşmamız olanaksız. İnsanlığın bugüne dek gördüğü en alçakça saldırılardan biri sonunda, Amerikan bombaları, yeryüzü uygarlığının eşik taşlarını yerle bir etti.”
Sait Maden’in Gılgamış Destanı’ndaki açıklamasından
“Pravca’da iyelik zamirinin tekil şekli çoğunlukla vurgulamak için kullanılırdı, genel kullanımda ise atlanırdı. Küçük çocuklar “annem” diyebilirlerdi, ama çok kısa zamanda onun yerine “anne” demeyi öğrenirlerdi. “Ellerim acıyor” yerine “Eller bana acı veriyor” deniyordu; Pravca’da “Bu benim, şu da senin” yerine “Bunu ben kullanıyorum, şunu da sen” denirdi.”
“Hastalığın istemeden de olsa işlenen bir suç olduğunu düşünüyorlardı. Suç dürtüsüne teslim olmak, ağrı kesiciler kullanarak ona yaltaklanmak ahlak dışıydı. Hap ve iğne kullanmaktan çekiniyorlardı. Orta yaş veya yaşlılık geldiğinde çoğu fikrini değiştiriyordu. Acı, utanca baskın çıkıyordu.”
“Basit bir ekonomi metnini okumaya çalıştı; dayanılmayacak kadar sıkıcıydı. Durmaksızın uzun ve aptalca bir düşü anlatıp duran birini dinlemeye benziyordu. Bankaların nasıl işlediğini ve benzeri şeyleri öğrenemiyordu, çünkü kapitalizmin bütün işlemleri ona ilkel bir dinin ayinleri gibi anlamsız, barbarca, karmaşık ve gereksiz geliyordu. Tanrıya insan kurban etmekte hiç olmazsa yanlışlıktan doğan ve dehşet verici bir güzellik vardı; bütün insanların hareketlerinin hırs, tembellik ve kıskançlık tarafından yönetildiğini varsayan para ayinlerinde ise, dehşetli olan bile bayağılaşıyordu.”
“Hiç kimse çalınacak herhangi bir şeye sahip değil. Eğer bir şeyi istersen gidip depodan alabilirsin. Şiddete gelince, doğrusu bilemiyorum Oiie; durup dururken beni öldürür müydün? Eğer öldürmek isteseydin, buna karşı çıkarılan bir yasa seni engeller miydi?” Zorlama düzeni sağlamanın en etkisiz yoludur.”
“Burada çalışmanın itici gücünün gelir, para gereksinimi veya kâr arzusu olduğunu düşünüyorsunuz sizler; ama paranın olmadığı bir yerde gerçek dürtüler belki daha açık çıkar ortaya. İnsanlar bir şeyler yapmaktan hoşlanırlar. Yaptıkları işi iyi yapmak isterler. İnsanlar, tehlikeli, zor işleri üstlenirler, çünkü onları yapmaktan gurur duyarlar, daha zayıf olanlara… nasıl denir… hava atabilirler — biz buna bencilleşmek diyoruz. Hey, bakın küçükler, ne kadar güçlü olduğumu görün! Anlıyor musunuz? İnsan iyi yaptığı şeyi yapmak ister… Ama gerçekte bu bir araç ve amaç sorunu. Ne de olsa iş, iş için yapılır. Yaşamın kalıcı zevklerinden biridir. Kişinin vicdanı bunu bilir. Ayrıca toplumsal vicdan, komşuların sizin hakkınızdaki düşünceleri de vardır. Anarres’te başka hiçbir ödül, başka hiçbir yasa yoktur. İnsanın kendi zevki ve dostlarının saygısı. Hepsi budur. Bu böyle olunca, anlayacağınız gibi, komşuların düşüncelerini son derece büyük bir güç haline gelir.”
“Eğer bir şeyi bütün olarak görebilirsen,” dedi, “hep güzelmiş gibi görünür. Gezegenler, yaşamlar… ama yakından bakıldığında bir dünya yalnızca toz ve kayadan oluşur. Günden güne yaşam daha da zorlaşır, yorulursun, ritmi kaçırırsın. Uzaklığı ararsın— ara vermeyi. Dünyanın ne kadar güzel olduğunu görmenin yolu, onu ay gibi görmekten geçiyor. Yaşamın ne güzel olduğunu görmenin yolu ölümün bakış açısından bakmaktan geçiyor.”
“Adlarınızı bir bilgisayardan aldığınız doğru mu?
Evet.
Bir makine tarafından adlandırılmak ne sıkıcı!
Neden sıkıcı olsun?
O kadar mekanik, o kadar kişiliksiz ki.
Ama yaşayan başka kimsenin sahip olmadığı bir addan daha kişisel ne olabilir?
Hiç kimse mi? Tek Shevek siz misiniz?
Yaşadığım sürece. Benden önce başkaları vardı.
Akrabaları mı kastediyorsunuz?
Akrabalara pek önem vermeyiz; hepimiz akrabayız aslında.”
“Kentin yalnızca dış yüzünü gördüm— paket kâğıdını.” Bu deyimi bilerek kullandı, çünkü başından beri Urras’lıların her şey temiz, cicili bicili kâğıtlara, plastiğe, kartona veya alüminyuma sarmalarına şaşırmıştı. Çamaşırlar, kitaplar, sebzeler, giysiler, ilaçlar, her şey kat kat sarılıyordu. Hiçbir şey başka bir şeye dokunmamalıydı. Kendisinin de dikkatle paketlendiğini hissetmeye başlamıştı.”
Ursula K. Le Guin, Mülksüzler
“Bilmek ve hissetmekle bağlantılı olan kibir, insanların gözleri ve duyuları önünde kör edici bir sis gibi asılı durur; boylece onları varoluşun değeri konusunda aldatır; zira bu kibir, bilmenin kendisine dair en gönül okşayıcı değer yargısını da bünyesinde barındırır. Kibrin en genel etkisi aldatmacadır; hatta bunun en ufak etkileri dahi bizzat aynı [aldatıcı] karakteri taşır.
Bireyin varlığını sürdürmesi için bir araç olan zihin, en temel güçlerini sahtekârlığa dağıtır; zira kendilerine boynuzlar veya yırtıcı hayvanlarınki gibi keskin dişler vasıtasıyla varlık mücadeleri şansı verilmemiş daha çelimsiz ve dayanıksız bireyler ancak bunun vasıtasıyla varlıklarını sürdürebilir. İnsanda bu sahtekârlık sanatı zirve noktasına ulaşır. Kandırrma, dalkavukluk, yalan ve aldatma, arkadan konuşma, oyunculuk, sonradan görme şatafatlı yaşam, maskeler takma, perdeleyici nizam, başkalanma ve kendisine sahnedeymişçesine rol kesme; kısacası kibrin ateşi etrafında sürekli debelenip durmak öylesine bir kural ve yasadır ki dürüst ve saf bir doğruluk dürtüsünün insanda nasıl olup da meydana gelebildiğine şaşmamak elde degildir. [İnsanlar] yantlsamalara ve hayal âlemlerine derinlemesine dalmış durumdadır; onların gözleri nesnelerin yüzeyinde sadece kayıp gitmekte ve sadece “biçimler” görmektedir; hissiyatları onları hakikate yöneltmemekte, bilakis, yalnızca uyarıları alımlamak ve şeylerin arkasında âdeta körebe oynamak onlara yetmektedir.”
Nietzsche, Ahlak Ötesi Anlamda Doğru ve Yalan
“Resim yaparken ve yazı yazarken neler hissediyorsunuz?
Resim yaparken daha mutlu olduğumu hissederim. Resim yaparken, duş yaparken şarkı söyleyen kişiye benzetirim kendimi. Kim dinliyor? Sesi karga gibi miymiş, yoksa Zeki Müren gibi güzel miymiş? Bunlar önemli değildir. O kendince eğleniyor, mutlu oluyor. Hiçbir hesabı yok! Toplam etkiyi hesaplaması, düşünmesi yok. Dışarıda birisi onu gizlice kaydedip, piyano ile sonra bunu bir plak yapıyor olabilir ve çok da güzel bir şey çıkabilir. Yazı yazarken ise tamamen kendimin bilincindeyim ve bir satranç oyuncusu gibiyim. Sessizim, dikkatim masamın üzerinde. Bundan sonraki hamleyi -yani cümleyi- ve bunun okuyucunun üzerindeki etkisini tamamen mantıksal bir şekilde tasarlıyorum. Öte yandan kafamın bir yanı da “ilham” dediğimiz o beklenmedik anlara her zaman açıktır; tıpkı ağaçtan düşen bir meyve gibi aniden gelen, pırıl pırıl bir cümleye…Bir cümle gelir, ardından bir başkası. Onları hemen yazanın. Sonra durup, bunun etkisi nedir diye düşünürüm. O noktada bütün edebiyat tarihi girer devreye; “Tolstoy buna benzer bir cümle kurmuştu”, “Çehov’da da böyle bir şey vardır” derim. Hatta “Buraya Marquez gibi bir cümle kondurayım” diye geçiririm içimden. Resim yaparken ise o kadar entelektüel olmam. Yazarken tamamen zihinsel bir hâl içindeyim; Batılıların “cerebral” dediği, zihinsel bir insanlık hâli…Resim yaparken ise daha gövdesel, bedensel, eşya gibi bir durumdayım. Hayat bana öğretti ki resim, zihinle değil, gövdeyle yapılır.
Görsel dünyanın zenginliğini ve nüanslarını kelimelere tercüme etmenin sorunlu olduğunu söylüyorsunuz…
Çok basit bir sahne bile -beyaz bir odada iki elma mesela- kelimelere aktarılırken güçlük çıkarır. Roman da aslında böyledir: Kafamdaki resimleri kelimelere geçiririm; editörler, düzeltmeler derken bu metin kitap olur. Okur eline aldığında ise benim yaptığım işin tersini yapar: O kelimeleri tekrar kendi zihninde resme dönüştürür. Columbia’daki öğrencilerime hep şunu söylerim: “Yazar, sizin kafanızda bir resim canlandırmaya çalışıyor.” Ama bunun da bir sının vardır. Zaman değiştikçe, nesneler, kıyafetler, manzaralar değişir; eski çağların imgelerini canlandırmak okurun kafasında her zaman kolay olmaz. 130 mısra okuruz ve Aşil’in kalkanı nasıl bir şey, gözümüzün önünde gene canlanmaz. Televizyonun var olup olmaması bile bu süreci etkiler. Yazarın kafasında ne olduğunu anlayabilmek için, onun yaşadığı çağın nesnel ayrıntılarını biraz bilmek gerekir. Diyelim ki romancı, eşyasız, beyaz bir odada geçen bir aşk hikâyesi yazdı; bu, binlerce yıl anlaşılacak bir sahne olabilir. Ama etraftaki eşyalar, adetler, tarihler, diller, kültürler, kıyafetler değiştikçe, biz o sahneyi anlamakta zorlanabiliriz. Yeme alışkanlıkları bile buna dahildir. Romanların anlaşılma, zaman içinde okunabilme sınırlarından biri de budur.
Peki, okurun, yazarın zihnindeki sahneyi kendi zihninde canlandırma süreci sizce hangi faktörlerden etkileniyor?
Tolstoy’un Anna Karenina‘sındaki buz pateni sahnesini canlandırabiliyoruz; çünkü televizyonda buz pateni izlemişiz. Oysa bu tecrübe olmasaydı, o sahneyi gözümüzde canlandırmak çok daha zor olurdu. Nitekim Anna Karenina ilk yayımlandığında, Türkiye’de buz pateni izleme alışkanlığı yoktu. Bugünün Türk okuru ise o sahneyi hayalinde çok daha iyi kurabiliyor. Kısacası, roman sanatı bana göre görsel bir sanattır: Yazar kafasındaki resimleri kelimelere dönüştürür, okur da o kelimeleri yeniden resme çevirir. Ressamlığım bana bu kuramı öğretti; kendimi bu şekilde anlamamı sağladı. Bu da benim roman kuramına mütevazı katkım!
Orhan Pamuk Söyleşisi, The Art Newspaper Türkiye
https://www.artnewspaper.com.tr/2025/09/12/orhan-pamuk-resim-zihinle-degil-govdeyle-yapilir
https://aeon.co/videos/dive-deep-into-an-egg-cell-to-see-how-ageing-reboots-when-a-new-life-begins