Sevim Burak’a duyduğum hayranlık, yolumu Türk sinemasının en entelektüel filmlerinden birine çıkardı: A Ay. Ama Sevim Burak yalnız değildi bu filmde. Onun yanında John Donne, William Blake, Edip Cansever de vardı. Filmin sanat yönetmenliğini de Onat Kutlar yapmış. Elimde kanıtım olmasa da Tanpınar da filmin içindeymiş gibi geliyor bana. Zamanla kurulan ilişki, geçmişin gölgeleriyle örülmüş bir anlatı, yıkılmakta olan konakta kapıya tutunan saat… Tanpınar’ın Mübarek’inin Hayri’nin hikâyesine tanıklığı neyse, burada da Yekta’nın hikâyesinin benzer bir şahidi var.
Filmin günahkârı Sırrı Bey, Sevim Burak’ın Ah Ya Rab Yehova öyküsündeki Bilal gibi vücuduna yürüyecek çivilerden, iğnelerden ve tığlardan korkar, bu da açık açık Bilal adıyla söylenir filmde. İğne ve tığ, kadınlarla özdeşleştirilmiş nesnelerdir. Bu erkekler, kadınlara karşı işledikleri günahların, kadınlar eliyle cezalandırılacağını mı düşünmektedirler içten içe? Belki de kendi vicdanlarının derinliklerinde bir adalet hissi güdüp, cezalandırılmak istemektedirler.
Filmde konu edilen yanık kokusu da Burak’ı hatırlatıyor ama asıl iz bırakan şey anlatının biçimi: kopuk ve geçirgen, başka ama tanıdık. Burak’ın metinleri gibi; perdelere teğellenmiş notlar arasında atlıyormuşuz gibi…
A Ay, aynı zamanda son derece tiyatrovari bir film. Her tirat bizi bir başka yöne sürüklüyor. Siyah-beyaz atmosferi, tuhaflıkla tekinsizliği iyice iç içe geçiriyor. Yönetmen Reha Erdem’in, Tarkovski’ye selam çaktığı da çok açık. Vivaldi’nin melodileri, bu tekinsizliği yer yer kesintiye uğratarak anlatıyı daha da tuhaflaştırıyor. Baştan sona bir alegori evrenindeyiz. Yönetmenin gerçekçi olma gibi bir derdi yok ve bu da filmi etkileyici kılan en büyük etken. Artık böyle düşsel anlatılar daha çok etkiliyor beni. Rasyonelin sınırladığı her şeyi aşıyorlar çünkü. Filmdeki bazı replikler de sanki bu düşsel tercihe selam duruyor:
“Rüyalarının tabirlerini, anlamlarını sakın arama. Nedenlerini de arama. Rüya, rüya içindir. Rüyanda gördüğün kuş, rüyanda gördüğün kuştur. Rüya kuşları bu kuşlara benzemez. Onlar başka bir dil konuşurlar.”
“Göstermek daha mı önemli? Her gördüğünü gösterebiliyor musun? Rüyaların fotoğrafını çekebiliyor musun? Işığın yetiyor mu? Görmeyi biliyor musun? Gösterilemeyen şeyler görüyorum hep.”
Ve tıpkı Sevim Burak’ın metinlerinde olduğu gibi, dilin kırıldığı, bozulduğu, çatladığı her yer izleyiciyi başka bir evrene taşıyor. Anlam, parçalanmış kelimeler arasında yeniden doğuyor. Sanki Sevim Burak bizzat sesleniyor bize:
“Hala! Hala diyorum! Bir koku var, yanık kokuyor. Yanık diyorum. Yanık kokusu bu hala. Halacım gezmeyelim bu kokuyu diyorum.”
“Dilime düğüm düşmüş.”
“Tükür, yere düşsün.”
Leave a Reply