18.08.2024, 07:49, Berlin
…Çıldırmamak elde değil. Çıldırdım belki de. Olmayan kapının ardındaki adamla konuştuğuma göre. Doktoru mu arasam? “Kötü hissedersen ara,” demişti. Kapatmasınlar bir yere? Sittinsene çıkamam bir daha. Dur bir hap vardı, neredeydi o? Öküz gibi uyutur demişti eczacı Ekrem. Ekrem mi? Ekrem’in babası eczacıydı, kendi değil ki. Gazlı bezleri de o getirecek. Öyle anlaştık. Korkar cayarsa Nazmi ağzına sıçar. Ben korkmuyor muyum sanki? Ama bir kez he dedik, dönülmez artık. Hem korkutacağız sadece. Kimseye bir şey olmayacak. Kime, ne olmayacak? Aklım bulandı iyice. Ayaklarım üşüyor. Nerede şu terlikler? Allahın cezaları lazım oldu mu bulunmaz.
“Açsana lan kapıyı? Kimin evinde kime artistlik yapıyorsun sen? Öyle kafana göre konup göçemezsin. Aç dedim kapıyı.”
Kırılmıyor da şerefsizin kapısı. Müzik iyice arttı. Polis? Polis hep suçlunun yanında. Üstünü örtmeyi çok iyi bilirler. Bir bakmışsın ben yiyorum cezayı. Yok, ben polise falan güvenmem. Yola getirmek lazım bu adamı. Huyuna gidip kapıyı açtırmak, sonra da…
“Kardeş, baksana sen bi?”
“Kardeş mi olduk şimdi. Hani kirletiyorduk her yeri?”
“Bak, bence sen beni biriyle karıştırıyorsun. Ben seni tanımıyorum ki.”
“Nasıl tanımıyorsun beya? Sizin bahçeyi adam ettik ya. Baban otları yoldurdu karın tokluğuna. Sen koşturuyordun ortada. Benim büyük kız Gülnihal, kese hediye ettiydi sana.”
Gülnihal. Bir buğday tarlasının ortasında mavi iki göz. Simsiyah saçlar. Kese verdi ya bana. Rengârenk. Hayatları gibi. Erkek adam renkli kese mi taşır? Siyah olacak. Ya da gri. Bilemedin kahverengi. Sakladım ama keseyi. Şimdi nerede acaba? Gülnihal’i giderken gördüm. Bahçe duvarının arkasına saklandım. Gözleri ıslak. Bir ömür nemli kalacak. Üstü başı is. Bir ömür kokacak. Mahalleye de sindi isin kokusu. El ayak çekildi. Gülnihal’in kara ayak izleri hiç çıkmadı asfalttan.
“Gülnihal de orada mı?”
“Burada ya. Hepimiz buradayız.”
“Bebek öldü.”
“Bebek öldü. İs boğmuş ciğerlerini.”
“Hüseyin. Ben öyle olsun istemedim. Nazmi örgütledi bizi. Kaçana aylarca dayak var dedi.”
“Öyle mi dedi?”
“Hüseyin sen nasıl geldin buraya? Nasıl buldun beni?”
“Sen geldin ya bize.”
Ben mi geldim? Siyaha bulanmış renkli çaputların üzerindeyim. Duvarlar simsiyah. Kırık camlardan rüzgâr doluyor içeri. Paltom nerede? Çok soğuk. Üstüm simsiyah. Kömürden yastıklar, yorganlar dağılmış döşeklerin üzerinde. Masada erimiş bir emzik. Ellerim simsiyah.
“Açıyorum artık kapıyı. Hatırladın ne de olsa.”
“Açma!”
“Açayım, açayım. Isınırsın. Burası çok sıcak.”
“Açma n’olur. Affet beni! İstemeden oldu. Ben öyle bir insan değilim. Çocuktum.”
“Görmen lazım. Hem neden geldin ki sen buraya? Besbelli görmek istersin.”
“Açma Hüseyin açma!”
Yere kapaklanmış ağlayan ben miyim? Ağzımda bir ömür çıkmaz bir is tadı. Aç kapıyı Hüseyin. Kurtar beni kül tutmuş ruhumdan. Ben tam da öyle bir insanım. Çocuktum ama aklım eriyordu. Bebek bile bilir bunun yanlış olduğunu. Bebek… Kapı açılıyor aheste aheste. Kapının zapt ettiği çığlıktan kayıklı alevler, odaya akıyor. Gözlerim kamaşıyor. Alevler çıplak ayaklarımdan yakaladı. Üşüyorum.
Leave a Reply