


75. Berlin Uluslararası Film Festivali (Berlinale), 13-23 Şubat 2025 tarihleri arasında Berlin’de gerçekleşiyor. Bu yıl festivalin sanat yönetmenliğini Tricia Tuttle üstleniyor.
Festival kapsamında, İngiliz oyuncu canımız Tilda Swinton’a Onursal Altın Ayı ödülü takdim ediliyor. Aktivistlerin Gazze’ye destek amacıyla Swinton’a yönelik boykot çağrısına rağmen, oyuncu törene katıldı ve bence iyi bir açıklama yaptı. Almanya’da resmî bir kurumun Gazze yanlısı bir tutum sergilemesi imkânsız. Ancak geçen yıl festivalde izlediğimiz filmlerin çoğunun ekipleri, seans sonrası kendi politik duruşlarını açıkça ortaya koymuştu. Bu yıl ise AfD’nin yükselişi, Trump’ın yeniden başkan seçilmesi gibi konularla daha da yoğun bir politik atmosfer söz konusu. Yine de dün, politik olmayan bir gösterimdeydik.
Minden Rendben, 2025 Macaristan yapımı bir film. Adını Türkçeye Her Şey Yolunda olarak çevirebiliriz, ancak filmin İngilizce ismi için farklı bir tercih yapılmış: Growing Down. Yönetmen Bálint Dániel Sós’un ilk uzun metrajlı filmi olan yapımın senaryosunu Gergő V. Nagy ile birlikte yazmış. Oyuncu kadrosunda Szabolcs Hajdu, Ágoston Sáfrány, Anna Hay, Zonga Jakab-Aponyi ve Zsófia Szamosi yer alıyor ve ortaya oldukça başarılı bir iş çıkarmışlar.
Film, ahlaki bir ikilem üzerine kurulu. Resmî özetine göre spoiler vermeden anlatmak gerekirse, başkarakter Sándor, oğlu ve sevgilisinin kızını içeren bir suça tanıklık eder. Şimdi zor bir seçimle karşı karşıyadır: Gerçeği saklayıp oğlunu korumak mı, yoksa onu ıslahevine göndermek mi?
Konu, hayatın içinden bir meseleyi ele alması ve ahlaki duruşumuzu sarsabilecek pek çok değişken içermesi açısından oldukça etkileyici. Çocukların henüz on iki yaşını yeni doldurmuş olması, hukuki sürecin farklı ilerlemesine sebep oluyor ki bu da hikâyeyi daha çarpıcı kılıyor. Dün, aynı olay için bambaşka sonuçlar doğurabilecek bir dünyadayken, bugün farklı şeyleri tartışıyoruz. Çocuk aynı çocuk, ancak sistem değişken. Yönetmen de bizi tam olarak bu sınırları nasıl çizmemiz gerektiği üzerine düşündürüyor.
Ancak film, bu ahlaki ikilemi seyirciye tam anlamıyla yaşama fırsatı vermeden babanın hızla çözüldüğünü ve çocuğuna karşı zayıf bir ebeveynlik sergilediğini gösteriyor. Onu korumak ile ona çanak tutmak arasındaki çizgi bulanıklaşıyor ve giderek bir göz yummaya dönüşüyor. Üstelik film ilerledikçe babanın da ahlaki açıdan çok sağlam bir karakter olmadığı ortaya çıkıyor ve ona iyice yabancılaşıyoruz. Bu belki de hikâyeyi günümüzün yozlaşmış ahlak anlayışı açısından daha gerçek yapıyor ancak ahlak polisi izleyicileri daha da rahatsız ediyor.
Finale doğru film güzel bir ters köşe yaparak izleyiciye farklı bir bakış açısı sunsa da, son sahne beni pek tatmin etmedi. Buraya birazdan yönetmenin bakış açısından tekrar değineceğim.
Berlinale’yi en sevdiğim yönlerinden biri, film sonrası ekiplerin izleyicilerle buluşması. Gösterimin ardından, filmin siyah-beyaz olması ve çocuk oyuncularla çalışmanın zorlukları hakkında birçok soru soruldu. Açıkçası biz, kültürümüz gereği çocuk oyuncularla büyüdüğümüzden, benim için bu konu pek dikkat çekici değildi.
Filmin siyah-beyaz çekilmesi, daha proje aşamasında kararlaştırılmış. Bu tercih, konunun zamandan ve mekândan bağımsız olmasına hizmet ediyormuş. Aynı şekilde, minimalist ve boş mekânların tercih edilmesi de bu bağımsızlığı desteklemek için yapılmış. Ancak bunların yanı sıra bütçe dostu bir seçim olduğunu da yönetmen saklamıyor.
Filmin sonunda belirgin bir mesaj verilmediğini söylemiştim. Yönetmen de bunu bilinçli olarak tercih ettiğini, aksi takdirde filmin propaganda gibi algılanabileceğini belirtti. Tam yedi farklı final yazılmış, üçü çekilmiş ve en son bu versiyonda karar kılınmış. Didaktik anlatımlara çok sıcak bakmıyorum, ancak en azından çocuğun psikolojik yardım aldığını görmek isterdim. Bu, hikâyeyi daha tamamlanmış hissettirebilirdi.
Leave a Reply