Gözlerimi yumdum. Üzerimde tonlarca ağırlık. Kıpırdayamıyorum. Nefesim kesiliyor. Kimse yok mu? Kapıyı kapatıp çıktılar. Beni burada bıraktılar. Tuhaf sesler… Başta bu kadar güçlü değildiler. Bir şeyler yanlış. Unuttular beni. Burada bıraktılar. Neden bu kadar sıkışık? Bağırsam biri duyar mı?
Siren sesleri. Kıyamet başladı. Burada öleceğim. Belki de öldüm. “Gözlerini hiç açma, güzel şeyler düşün,” dediler. Canlı canlı gömdüler. Cenazeme kimler geldi? Suzan benimleydi. Buraya kadar gelmesine müsaade etmediler. O gelse böyle kötü olmazdım. Canım Suzan. Endişe içinde buradan kurtulmamı bekliyordur. Kurtulamıyorum Suzan, bırakmıyorlar. Cehennem zebanileri lime lime ediyor etlerimi. Suzan’a gidemiyorum. Oysa Suzan bekliyor beni. Hep beklediği gibi. Beraber yaşamaya, evlenmeye, çocuk yapmaya hazır olmamı beklediği gibi. Suzan hep beni bekliyor. Buradan kurtulursam evleneceğim Suzan’la. Davullu zurnalı bir kır düğünü. Kırk yaşına gelmişler, davulla zurnayla evlenmeye utanmıyorlar derler mi? Nikâh kıyarız o zaman. Düğün parasıyla balayına gideriz. Her şey dâhil bir otele. Bu defa ben beklerim, Suzan yüzer. Ekim gibi gidersek kalabalık olmaz. Uçakla değil, arabayla gideriz. Çok tünel var mıdır yolda?
Sirenler susmuyor. Suzan’ın yüzü uzaklaşıyor. Verin Suzan’ımı geri! Deprem mi oluyor? Çoktan oldu. Göçük altında mıyım? Ağzımda toprak tadı. Beni burada bırakıp gittiler. Ah Suzan, sen de mi gittin? Sesimi duyan var mı? Gövdem iki beton duvarın arasında sıkışmış. Bağırmak istiyorum, ciğerlerime toprak doluyor. Güneş de göçük altında kalmış. Sıcak. Gömleğim derimle bir olmuş. Üzerimden çıkartsalar, derim de onunla beraber gidecek. Derimi yüzüyorlar Suzan, neredesin? Burada yok olup gideceğim, hiç var olmamış gibi. Başıma ne geldiğini bilemeyecekler. Adım kayıplar listesine eklenecek. Kaybolmadım ki… Suzan’ı beklettiğim için, beklemelerin en korkuncu bana düştü. Lanetlendim. Atlas dünyayı taşıyacak, ben göçüğü. Annem, havucun renklendiremediği solgun pırasayı önüme koyuyor. “Bitmeden kalkmak yok,” deyip beni metal mutfak sandalyesine zincirliyor. Pirinçlerden yiyorum. Oyalandığımı görünce limon sıkıyor tabağıma. Tadı hâlâ aynı. Öğürtüyle doluyor içim. Ağlıyorum. Babam bakışlarımdan kaçıyor. Yemekleri bitince kalkıyorlar masadan. Tek kalıyorum. O gece mutfak sandalyesinde uykuya dalıyorum. Işıklar sönünce babam yatağıma taşıyor.
Suzan’la yaşlanmayı ne çok isterdim. Bol camlı, ferah, önü açık bir ev. Panjursuz. Perde yok. Önce güneş veriyor sabah öpücüğümü, sonra Suzan. Yataktan kalkarken bir şarkı mırıldanıyor. Çayı koyuyor. Masayı kuruyor. İki de yumurta kırıyor. Sahandan bize bakan gözleri birer kıtır ekmek parçasıyla oyuyoruz. Masayı topluyoruz. Ben gazete okurken odada resim yapıyor. Yürüyüşe çıkıyoruz. Parklar. Çayırlar. Mis hava ciğerlerimizde zıplıyor. Dönüşte markete giriyor. Çağırıyor, giremiyorum. Çok kalabalık. Suzan için için öfleniyor. Elinde yoğurtla marketten çıkınca, “Ver ben taşıyayım,” diyorum. “Zahmet olmasın,” diyor, bunu da mı ben yapayım dercesine. Apartmana varıyoruz. “Beş kat merdiven çıkamayacağım şimdi,” deyip asansörü çağırıyor. Beş kat çıkıyorum, soluk soluğa varıyorum. Kapı aralığına bir terlik sıkıştırmamış. Kendi kapını da kendin aç deyip anahtarı kapının üzerinde bırakmış. Babamdan kalan evi bir daire almak için satmışız. Paramız kiralamaya yetmiş. Şehrin en ucunda. Bir adım daha atsak şehir bitecek, kırsala düşeceğiz. Suzan işe gidip gelirken çok yoruluyor. Kalan parayla evi dizmişiz. Hazıra dağ dayanmıyor. Tek maaşla zor geçiniliyor. İzin günümde ne vardı bu kadar yürüyecek der gibi kendini koltuğa atıyor. Uyuyakalıyor. Yorgun değilim. Ertesi gün gidecek bir işim yok. Dikiş tutturamıyorum. Tam bu iş bana göre diyorum, depoya yolluyorlar, asansörle mal taşı diyorlar, bedenimin duvarlarına sürtündüğü kulübelerde saatler geçireyim istiyorlar. Evde oturmak tek başımayken kolaydı. Artık değil. Ortalığı topluyorum. Çorabımın teki yatağın altına kaçmış. Alamıyorum. Suzan fark etmese bari! Şehriye pilavı yapıyorum. Salçalı. Yanına Suzan’ın aldığı yoğurdu çıkarıyorum. Suzan uyanıyor. Yemek yapmasına gerek kalmadığını anlayınca yüzü gülüyor. Sonra yine mi sen diyerek pilavına yoğurt ekliyor. Konuşmuyoruz. Bulaşıklar kalıyor. Ertesi gün yıkayacağım. Televizyon izliyoruz. Işıklar açık. Perdeler açık. Uykusu gelince kapatıp odaya geçiyoruz. Perdeyi kapatıp pijamalarını giyiyor. Parlayan cildine sarılmak, öpücüklerimle parlaklığını çalmak, dudaklarımı dudaklarına bastırıp soluksuzluğu dert edinmeden orada kalmak istiyorum. Kapı aralığından bakıyorum. Işığı söndürünce perdeyi açıyor. Sünmüş pijamaları cümle âleme saten geceliklerle malzeme mi verecek dercesine bakıyor. Şehrin ışıkları odanın karanlığına bulaşamayacak kadar uzakta. El yordamı ile pijamamı giyip yanına sokuluyorum. Annemin pijamaları bile jilet gibidir. “Anne, sizinle yatabilir miyim? Dolabımdan sesler geliyor.” “Nereden çıktı şimdi bu? Yeni yeni âdetler.” Babam yorganı üzerinden sıyırıp kalkıyor. Benimle odaya geliyor. Annemin “Bu çocuğu da kendin gibi hanım evladı yapacaksın,” diye seslenmesine aldırış etmiyor. Sarılarak uyuyoruz. Gece başlıyor, Suzan mutsuz. Gün doğuyor, Suzan mutsuz. Beklemek daha iyiydi diye düşünüyor, en azından umut vardı, artık umut yok.
Beton delicinin sesi! Demek beni arıyorlar. Bulabilirler mi? Bulamazlar. En dipteyim. Titreşimler bedenimi sarsıyor. Gömüleni de delip geçecek gürültü. Bağırmanın faydası yok. Yeter ki çıkarın beni buradan Suzan’dan uzak duracağım. Söz! Bir daha yapmayacağım anne, söz! Dolap çok karanlık. Bir daha ellemem vitrine, aç n’olur. Zaten koyduğum mesafeleri kateden hep Suzan’dı, bana gelen oydu, bekleyen oydu. Ben mutluydum tek kişilik dünyamda.
Hava kalmadı. Başım dönüyor. Göğsüm yanıyor. Ellerim, ayaklarım buz gibi. Ovuşturamıyorum, soğuk kalıyorlar. Komşular gelmiş. Hızla odama yöneliyorum. Annem “Gel bakayım buraya,” diyerek durduruyor kaçışımı. “Bu gömleğin hâli ne? Kirletmek yok demedim mi?” Anneme değil komşulara bakıyorum. Ben yapmadım ki, sınıftan Ali yaptı. “Yapma, annem kızar,” dedim, dinlemedi. Annem yakamdan çekiştiriyor. Kek tabakları sehpalara bırakılıyor. “Çabuk git bunu yıka. Leke çıkana kadar da gelme.” Parmak derilerim soyuluyor, kırmızı mürekkep akmadan duruyor. Dayanamıyorum. Ne olacaksa olsun. Elimde ne zaman basacağıma karar veremediğim bir acil durum butonu. Basmayacağım. Her seferinde geri tıkıyorlar beni buraya, aptal buton işe yaramıyor.
Sesler kesildi. Arama çalışmaları bitti. Annem komşuya mı gitti beni burada bırakıp? Burada kaldım. Boğulurken arafta kaldım. Ne hayatı teneffüs edebiliyorum, ne ölümü kucaklayabiliyorum. Biri beni çekiyor. Buldular beni, yaşasın! Buldular! Allahım sana şükürler olsun! Aydınlığa doğru gidiyorum. Yoksa bu, o ışık mı? Olsun, her türlüsüne razıyım. Yeter ki ciğerlerim biraz hafiflesin. Gözlerim aydınlıktan kamaşıyor. Başımda beyazlar içinde bir kadın. Kim seçemiyorum. Suzan değil.
“Başardınız, Süleyman Bey. Süleyman Bey, iyi misiniz? Kendinizdesiniz değil mi? Ter içinde kalmışsınız. MR sonucunuz, doktorunuzun ekranına düşecek. Geçmiş olsun. Kalkabilecek misiniz? Yakup Bey, yardımcı olalım Süleyman Bey’e. Beraber geldiğiniz hanımefendi koridorda bekliyor. Süleyman Bey? Hay Allah! Sakinleştiriciyi fazla mı kaçırdılar?”
Cam yok burada. Bir cam olsaydı. Bedenimi taşıyamıyorum. Koluma giriyorlar. Bir şeyler soruyorlar. Kafamı toplayıp cevap veremiyorum. İyiyim galiba. Kendimdeyim. Koridora sürükleniyorum. Cam… Gri binalar… Olsun. Annem yok. Suzan değil mi o? Gitmemiş. Bekliyor. Canım Suzan!