Son zamanlarda sosyal medyada ‘anti-başarı’ içeriklerine denk geliyorum. Bu, özellikle ekonomik belirsizliklerin ve geleceksizlik duygusunun artması, mikro ve makro düzeyde yaşanan mutsuzlukluklarla bir tür alt akım hâline geldi. Uzun süre sosyal medyada hâkim olan anlatı “kendini geliştir, yeter ki iste, her şey mümkün” mottosuydu. Bu söylemlerin üzerimizde yorgunluk, suçluluk ve tiksinti yarattığını hepimiz fark ettik. Ve bu söylemler aslında bize mutsuzluk veren düzenin kendisine hizmet etti ve uğranılan sömürüler arttı. Bu yüzden başarısızlık, yavaşlık ve gösterişsizlik bir tür gerçeklik estetiği olarak yer buluyor: atanamayan öğretmen, dağınık ev, verimsiz sabahlar… Bu içerikler “Yapabilirsin,” değil, “Böyle de olur,” diyor.
İzleyende belki bir rahatlama ya da empati hâli yaratıyor. İnsanlar daha normal hissediyor. Belki melankoli, teselli ya da çaresizlik duygusu üzerinden bir tür dayanışma hâli doğuyor. Bu noktada bu tür içeriklerin edebiyattaki ya da sanattaki dönüşümlere de yaklaştığını düşünüyorum. Çünkü ortamda bir kamera olması kurguyu beraberinde getiriyor. Bir kamera karşısında tamamen doğal olmak imkânsız. Bir atmosfer yaratılıyor ve hikâyenin gerçekçi olması hedefleniyor. Aynı yazarken yapmaya çalıştığımız gibi. Önceki dönemlerde örnek temsil etme, toplumu eğitme ya da propaganda aracı olarak kullanılan edebiyatın bireye, gerçeğe ve sıradana dönmesi gibi; sosyal medya içeriklerinde de bir dönüşüm yaşanıyor. Bu dönüşüm edebiyattaki gibi ana akım hâline gelir mi emin olamasam da.
Ancak bu içeriklerin asıl amacı popülerleşme olduğu için bu akımın çeşitli tehlikeler de barındırdığını düşünüyorum. Mutsuzluk toplum kimliğinin ayrılmaz bir parçası olabilir. “Ekonomik ve politik faktörlerin yanında bu ne ki,” diye sorabiliriz tabii ama yine de arabesk gibi yozlaştırıcı bir melankoli kültürünün yansıması hâline gelebilir.
Bundan daha tehlikeli bulduğum bir hâl de bu içeriklerin bireyde sistemsel bir ona mekanizmasını tetiklemesi. “Beterin beteri var”, “Bu hâlimize de şükür”ler toplum psikolojimizin kemikleşmiş bir parçası. Almancanın meşhur schadenfreude (başkasının acısından alınan haz) kavramı burada da devreye girerek bence insanlık adına ahlaki bir başka sorun daha yaratıyor. İzleyendeki üstünlük ve duyarsızlaşma hissini köpürten duygusal bir tüketim biçiminden, bir tür umutsuzluk pornosundan söz ediyorum. Yani mutsuzluğun ya da eksikliğin estetize edilmesi, mevcut düzeninin sürmesine katkı sağlıyor.
Bu durumların hepsi zaten yaşadığımız ve bildiğimiz şeyler. Ancak sosyal medyanın penetrasyonu düşünüldüğünde etkiler ve sonuçlar da çoğalıyor. Eğer bu ‘sahicilik’ de topluma yayılan bir gösteri hâline dönüşürse, bu kez sahte değil, çaresizlik normalleşecek. Belki de önümüzdeki dönemin en büyük tehlikesi bu: çaresizliğe daha da alışmak.