Dilin vicdanı

İkinci bir dil konuşmanın ahlaki yargılarımızı nasıl etkilediği üzerine bir makale okudum. Son zamanlarda neredeyse her yazımda söz, ahlaki ikilemlerimize gelirken bu konuya bilimsel olarak ispatlanmış başka bir katman daha eklenmesi yine beni epey düşündürdü. Merak edenler için makalenin linki: https://theconversation.com/how-speaking-in-a-second-language-directly-affects-your-moral-judgement-265211

Makale, bir kişi ikinci dilini kullandığında ahlaki karar verme sürecinin ana dildeki duruma kıyasla değişebileceğini öne sürüyor. Bunun nedeni olarak, ikinci dil kullanımının duygusal yoğunluğu azaltması ve böylece daha rasyonel ya da faydacı karar verme eğilimini artırması gösteriliyor.

Birinci dil genellikle çocukluk, aile ve duygusal olarak yoğun ortamlarda ediniliyor; ikinci dil ise çoğu zaman okul, kurs gibi daha tarafsız ortamlarda öğreniliyor. Bu yüzden ikinci dilde duygu düzeyi daha düşük olabiliyor. Makalede belirtilen araştırmalardan birinde, İspanyolca konuşan bireylerin İngilizce yerine İspanyolca versiyonla bir ahlaki ikilemle (klasik köprüde adamı itip beş kişiyi kurtarma) karşılaştıklarında, daha çok duygusal gerekçeler öne sürdükleri tespit edilmiş. Örneğin; “Ben bir insanı öldüremem,”, “Katil olurum,” gibi. İngilizcede ise “Pasif bir katil olmak istemem,”, “Çoğunluğun hayatını kurtarmalıyız,” gibi daha faydacı ve daha az duygusal ifadeler kullanılmış.

Yabancı dilde ahlaki etki olarak adlandırılan bu fenomen, her durumda aynı şekilde geçerli değil. Örneğin, ikinci dile günlük olarak yoğun bir şekilde maruz kalınan durumlarda (örneğin İngilizcenin Kıbrıs’ta ortak dil olması) bu etki daha az gözlemlenmiş. Ayrıca ikilemin türü de önemli. “Arkadaşın suç işlediğini polise ihbar etme” gibi yasal yükü olan durumlarda dil farkı görülürken, “eşini iş gezisinde aldattığını ona söyleme” gibi daha duygusal ama yasal yükü daha az olan durumlarda bu fark gözlenmemiş. Bir başka çarpıcı bulgu da suçluluk duygusunın araştırmalarda özel bir rol oynaması. Ana dilde duygu yoğunluğu, suçluluk hissi ve duygusal kelime kullanımının daha yüksek olduğu saptanmış. İkinci dilde ise duygusal ifade zayıflayabiliyor ve kişi bazı tabu konuları daha serbest şekilde tartışabiliyor çünkü arada bir duygusal mesafe oluşuyor. 

Kendimi iki ya da üç dilli bir insan olarak tanımlayabilir miyim emin değilim. İngilizce ve Almancayı sadece gerektiğinde kullanıyorum. Türkçe düşünüyorum, her koşulda ilk anlık tepkimi içimden bile olsa Türkçe veriyorum. Diğer diller hayatıma sanki pek de sirayet edemiyor gibi. Ama kesinlikle diğer dillerde karmaşık duygusal durumları tarif etmeye çalışmıyorum, buna gerek olmuyor. Gerek olsa da Türkçedeki kadar akıcı ve kapsamlı olamayacağıma eminim.

Konu günümüzün popüler yaşam biçimlerinden göçmenliği de epey ilgilendiriyor. Bu makale doğrultusunda sadece mekânsal bir yer değiştirmeden değil, ahlaki bir yer değiştirmeden de söz ediyoruz. Makale, bize vicdanın bir dili olduğunu söylüyor. Bu bağlamda baktığımızda belki de hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşemeyecek bir entegrasyondan bahsediyoruz.

Makaleyi okuyunca kafamda canlanan bir başka kavram da dillerin ahlaki yükleri oldu. İkinci bir dili öğrenirken, o dilin konuşulduğu coğrafyanın tarihini, suçlarını ya da acılarını farkında bile olmadan zihnimize kaydediyor muyuz? Burada dilin dönüşümünden çok, bilinçaltımızda o dili konuşurken oluşan taraflılık hissinden bahsediyorum. Bu bilinçaltı yönelimi iki yönlü de işleyebilir elbette. O coğrafyanın insanıymışım gibi hissedebilirim ya da tam tersine, o coğrafyaya dolayısıyla o dile tepkisel bir mesafeyle yaklaşabilirim. O dilde göçmene nasıl yaklaşıldığı da kesinlikle bir etmen.

Peki diller tarihlerinin suçlarını da taşır mı? Dillerin tarafsız olmadığını, iktidar ilişkilerinin yaşayan bir organizma olarak dilin söylem biçimlerine nüfuz ettiklerini biliyoruz. Aynı dil muhalefeti de içinde barındırıp direnişe de hizmet ediyorken bile yaygın dilden daha çok etkilendiğini düşünmemek elde değil.

Dil üzerine bu kadar düşünürken edebiyatı anmamak mümkün değil. Kafka, Nabokov, Beckett gibi yazarlar iki dilli olarak sayılabilir. Örneğin Beckett Fransızca yazmayı stilin etkisinden kaçınmak ve daha sade bir dil kullanmak için bir araç olarak görmüş. Bu yazarları evrensel kılan dilin hegemonyalarından sıyrılabilmiş olmaları mı?

Bir de ayrı dillerde aynı duyguda buluşma durumu var. Slyvia Plath’le Nilgün Marmara ya da Tezer Özlü’yle Cesare Pavese gibi. Burada bilinçli tercihlerden ya da doğrudan bir etkiden bahsediyoruz. Edebiyat dünyasında bilinçsiz yakınlaşmalar, aynı temada buluşmalar, aynı tema olmasa bile okurun zihninde kurulan benzerlikler var. Okurun zihin baloncuklarında hangi yazarlarla denk düşmek istediğimiz edebiyat tanrılarımızın kimliklerini de açık ediyor sanırım.

İkinci bir dil, bize hem bir mesafe hem de bir özgürlük alanı sunar. Duygusal yoğunluktan uzaklaşabilir, bazı tabu konuları daha serbestçe düşünebiliriz. Öte yandan, dillerin tarihleri ve taşıdıkları kültürel yükler, bilinçaltımıza sızarak kararlarımızı gizlice şekillendirebilir. Edebiyat, bu dil ve vicdan ilişkisini gözlemlemek için de bir ayna; okur olarak biz de bu haritalarda dolaşır, kendi vicdanımızı yeniden ölçeriz. Belki de çok dilli bir hayatın en değerli yanı, vicdanın ve ahlakın sınırlarını, dilin derinliklerinde keşfetmektir.