Edebiyatımızın ve kültürümüzün güncel meseleleri üzerine sık sık düşünüyorum. Bunlardan biri elbette ki hâlâ ilk meselemiz olan ve varlığımızın sonuna dek uğraşacağımız Doğu-Batı ikilemi.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, hem toplumsal hem de bireysel olarak bizi sancılandıran bir konu. Tanpınar’da, Halit Ziya’da, Orhan Pamuk’ta hissettiğimiz o gerilim en küçük hücrelerimize işlemiş biçimde hep bizimle.
Bu konuya ilişkin en güzel tanıma Ayfer Tunç’un bir söyleşisinde rastladım: “Doğuya giden bir gemide batıya koşan insanlarız.” Ne kadar doğru değil mi? Bir yandan da hüzünlü. Ne yaparsak yapalım rota değişmiyor. Rotayı kabullenip güvertede denizi izleyebiliriz huzurla. Ama varacağımız yer, doğu, bizi korkuttuğu için debelenip duruyoruz.
Doğu nedir peki? Her konuda olduğu gibi bizi korkutan doğularımız da farklı. Yüklediğimiz anlamlardan bağımsız olarak da tek bir doğudan bahsedemiyoruz zaten, birçok doğu var. Bugün sistemin bünyemizde yarattığı yorgunluğu atmak için çoğunlukla doğu felsefelerine sığınıyoruz örneğin. Medeniyetin doğduğu topraklarda olmak ufak ve gizli bir övünç kaynağı. Uzak geçmişte de olsa bu yönün bir zamanlar yenilik ve hoşgörüyle özdeşleştiğini bilmek içimizdeki umut kıvılcımlarını belki de hiç gelmeyecek bir bahara dek canlı tutuyor.
Doğunun coğrafi tanımı da karmaşık. Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu hep batıdakine göre şekillenmiş. Kime uzak kime yakın kime göre orta?
Yüzümüzü batıya dönmek bizi hiçbir zaman batılı yapmadı. Batının refahına ulaşamadığımız gibi biz bakmazken doğunun üzeri tozlanmış değerlerini iyice toprağın altına gizledi zaman.
Ama doğuyu sadece coğrafi ya da felsefi olarak düşünmek yetmez. Bizim kaçırdığımız unuttuğumuz koca bir dünya var: Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın kadim dilleri, inançları, ritüelleri ve köklü yaşam biçimleri… Binlerce yıldır bu topraklarda yoğrulmuş değerler, artık susturulmuş ve görünmez. Oldukça metaforik bir soru: Neden doğu, doğu oldu? DNA’mız aynı, coğrafya aynı, iklim aynı; peki ne değişti? Biliyoruz ki ekonomik ve politik güçlerin merkezîleşmesi, farklı toplulukların kendi ritimlerini kaybetmesine yol açtı. Peki bu tekelleşme neden sadece bu topraklarda böyle yıkıcı yaşandı?
Yüzümüzü döndüğümüz batının da solan renkleri var. Ama sanırım hiçbir zaman o kadar renkli olmadığı için bu solma o kadar dramatik olarak yaşanmadı. İşin özeti biz bu renkleri ve mirası taşıyamadık. Çok ağırdı, neresinden tutacağımızı bilemedik. Batının insanları doğuda olsaydı onlar da bugün doğuya atfettiğimiz yozlaşmış hâllere bürünürler miydi? Cevaplaması zor.
Yine de bugünün sancısını anlamak için geçmiş tek rehber olabilir. Geminin rotasını daha iyi anlamak, debelenmek yerine düşünmek, sorgulamak, kabullenmek ama değiştirmek adına uğraşmak varılamayacak bir rotaya koşmaktan daha akıllıca ve sanırım daha keyifli olurdu.
Peki kazmaya nereden ve nasıl başlayacağız? Ne aradığımızı biliyor muyuz? Bulduklarımız bizi mutlu edecek mi? Yoksa yine toprağa mı gömmek isteyeceğiz onları? Bizlerin bireysel uğraşı neyi değiştirecek? Ne çok soru… Yine de varamadığım bir yöne koşmaktan yorulmuş hissediyorum kendimi. Yüzümü doğuya dönerek soluklanacağım biraz, denizi izleyeceğim, toprağı eşeleyeceğim. Doğunun aydınlığını bulup hatırlamaya ihtiyacım var. Floresan ışık iyi gelmiyor, sarı ışık nerede?