Okuduğum en etkileyici kurgulardan biri olan Dokuz Buçukta Bilardo, Böll ile tanışma kitabım. Kitaptan öylesine etkilendim ki Böll neden daha çok okunmuyor ve konuşulmuyor sorusu içime dert oldu.
Kitap Fähmel ailesinin üç kuşağı üzerinden Nazi rejiminin temellerini atan Hindenburg dönemini, Nazi dönemini ve savaş sonrası Almanya’sını anlatıyor. Bireylerin kitlesel insanlık suçlarıyla olan mücadelesini okuyoruz. Üç kuşağın ortak noktası meslekleri olan mimarlık ve dede Fähmel’in inşa ettiği Aziz Antony Manastırı. Oğul Fähmel Alman kurumlarının teslimiyetine bir tepki olarak stratejik bir avantajı olmamasına rağmen orduyla birlikte çalışırken manastırı yıkıyor ve torun Fähmel manastırı yeniden inşa ediyor. Aslında manastır da edilgen bir karaktere bürünüp kitap boyu bize eşlik ediyor. Kitabı okurken, mimarlık ve mühendislik kavramlarını sadece inşa etmekle sınırlı olarak algıladığımı fark ettiğimde şaşırdım. Oysa aynı uzmanlık yıkmak için de gerekli. Bir yandan da mimarinin dönemle, savaşla ve insanla imtihanını da okuyoruz.
Kitap yazılma tekniği itibari ile okuru kucaklamak yerine ona meydan okuyor. Örtük bir anlatım biçimi söz konusu. Yazar, çok sesli anlatım tekniğini kullanarak olayları, her biri farklı bir bakış açısına sahip birçok karakterin gözünden aktarıyor. Tek bir günü anlatıyor olmasına rağmen, geçmişe dönük kesitlerle 1890’lardan 1950’lere kadar uzanan bir zaman dilimine tanıklık ediyoruz. Hikâye, farklı karakterlerin gözünden, katman katman açılıyor. Okur, bir çeşit çok bileşenli yapbozun parçası oluyor. Böll, iç monolog, serbest dolaylı anlatım ve bilinç akışı gibi teknikleri harmanlayarak bu karmaşıklığı daha da derinleştiriyor.
Kitap boyunca, yazarın dikkatle ördüğü izlekler ve metaforlar karşımıza çıkıyor. Biraz dini bir göndermeyle, insanlık suçlarının taraflarını manda, kuzu ve çoban alegorisi üzerinden açıklıyor. Bu belki yüzeysel bulunabilir, ancak kitabın edebi boyutuna olağanüstü hizmet ediyor. Nazi rejiminin yıkılmasından sonra, Nazi yetkililerinin savaş sonrası dönemde de güçlü pozisyonlarını korumaları ve kitapta empatisi en güçlü karakter olan Johanna’nın, toplum tarafından akıl hastası ilan edilmesi, aynı zamanda derin bir sistem eleştirisine dönüşüyor.
Kitabın ismi, oğul Fähmel’in her sabah aynı saatlerde bilardo oynamasından geliyor. Bilardo oyununu hiç bilmemekle beraber bence oyunun rastlantısallığı, küçük hareketlerle öngörülemeyen sonuçlara yol açılabilmesi, ıstakayı tutanların son derece kişisel kararları kitabın hem konusunu hem de olay örgüsünün karmaşıklığını destekler nitelikte. Bir ıstakanın ufacık temasının yarattığı zincirleme etkilerle bilardo masasında yuvarlanan toplar gibi değil miyiz hayatta da?
Leave a Reply