Durum güncellemesi

Takvimler sonbaharı gösteriyor. Aslına bakarsanız benim için sonbahar Ağustos ortasında başlamıştı, çünkü sabah 5:30’da uyandığımda hava artık karanlık oluyor. Tekinsizlik duygusunu severim, ama karanlığın tekinsizliği bende hoş bir his bırakmıyor. İnsanın kendi bu kadar karanlık ve karanlıkta bir varlıkken aydınlık peşinde koşmamız bir tezat mı, özlem mi, umut mu?

Geçtiğimiz ay pek okumadım ve üretmedim. Özledim. Not aldığım şeyler çok. Sanıyorum ki yazılar bir süre peş peşe gelecek. Özlemek iyi geldi. Biraz bunalmış hissediyordum kendimi. Ancak bu ara, bunalmışlıktan çok edebiyata karşı bir güç gösterisiydi de: “Hayatımın kontrolü hâlâ bende ve bu ilişkide mesafeyi ben çizeceğim.” Uzaklaşınca fluluklar netleşti.

Rutinin mutluluğunu birkaç sene öncesinde keşfettim. İlginç bir yaşamdansa güzel bir yaşam önceliğim oldu. Son dönemlerdeyse edebiyatın duygu durumumu alışık olmadığım şekilde dalgalandırdığını fark ettim. Bu sanırım çok daha fazla etkileşime maruz kalmak – ki bunu kötü anlamda söylemiyorum, genellikle iyi etkileşimler – ve dopamin mekanizmamızla alakalı bir durum. Ancak kendi kendime okurken de, kitaptan kitaba sıçrarken de benzer bir mekanizmanın tetiklendiğini fark ettim. Beynim her yeni kitaba ve bilgiye bir ödül kovalar gibi yaklaşmaya başlamıştı.

“Şimdi bir şey okuyacağım ve sonsuz bir aydınlanma yaşayacağım.”

“Bu kitap beni bambaşka diyarlara sürükleyecek.”

“Bu makalede öğreneceklerim bir sürü şey tetikleyecek ve bunlar şahane bir yazıya dönüşecek.”

Edebiyat ve öğrenmek tam olarak böyle bir şey, bu yansımaları küçümsemiyorum, bir ömür onların peşinde koşacağımdan da eminim. Ama edebiyata bir kurtarıcı gibi yaklaşmanın hayatımı sekteye uğratıp edebiyatla olan ilişkimi gereğinden çok yorduğunu da gözlemledim. Edebiyat ve bilgi bir bağımlılığa dönüşmeksizin bir oyun, keşif gibi kalmalı hayatımda. Bağımlılığın o bir arşa çıkaran bir magmaya çeken duygularını hayatımda istemiyorum.

Bu düşünceme desteği yine edebiyatta bulmam da tutarsızlığın hoş hâllerinden biri.

Virginia Woolf, A Sketch of the Past isimli otobiyografik anlatısında şunları söylüyor:

“Leonard’la öğle yemeğinde ne konuştuğumuzu çoktan unuttum; çayda da öyle. Güzel bir gündü ama güzelliği, belirsiz bir pamuk yığınına gömülüydü. Hep böyle olur. Her günün büyük bir kısmı bilinçli olarak yaşanmaz. İnsan yürür, yer, şeyler görür, yapılması gerekenlerle ilgilenir: bozulmuş elektrikli süpürge; akşam yemeği siparişi vermek; Mabel’e yazılacak notlar; çamaşır yıkamak; akşam yemeği pişirmek; kitap ciltlemek.”

Sürekli o bilinç hâlini kovalamak benim için çok yorucu, başkası için olmayabilir. Bilinçsiz anları seviyorum. Edebiyatı bu kadar idealize ve romantize etmek de iyi gelmiyor bana. Taptığımız yazarların da böyle yaşadığını düşünmüyorum.