
Margaret MacDonald Mackintosh’un The Opera of the Sea (Denizin Operası) isimli eseri size de benim kadar Klimt’in Der Kuss (Öpücük) tablosunu çağrıştırmıyor mu? Eğer öyleyse, yalnız değilsiniz. Ben de bu benzerliği, The Story of Art Without Men (Erkeksiz Sanatın Hikâyesi) isimli kitap sayesinde öğrendim.
Margaret, Klimt’ten beş yıl önce bu eseri yaratmış. Ne var ki Öpücük, kültürel bir ikon hâline gelirken, kopyaları müzelerde, galerilerde ve hediyelik eşya dükkânlarında karşımıza çıkarken, Klimt’in kendisi de dâhil kimse Margaret’a atıfta bulunmamış. Onun adını yalnızca meraklıları biliyor.
Margaret Macdonald Mackintosh (1864-1933), Art Nouveau akımının öncülerinden ve Glasgow Sanat Okulu’nun en dikkat çekici kadın sanatçılarından biri. Ünlü mimar ve tasarımcı Charles Rennie Mackintosh’un hem eşi hem de yaratıcı ortağı. Dekoratif panoları, suluboya resimleri ve kabartmalı metal işleriyle tanınıyor; doğadan ilham alıyor, stilize figürler ve sembolist öğeler kullanıyordu. Sanatında özellikle kadın figürlerine odaklanıyor, peri masalları ve mitolojik temaları işliyordu.
Margaret ve kardeşi Frances, Glasgow Sanat Okulu’na kabul edilen ilk kadınlardan. Üstelik bu okul, deneysel sanatı teşvik etmesi ve kadınları sanatsal eğitim almaya, sergi açmaya ve öğretmeye yönlendirmesiyle biliniyor. Tarihin tozlu sayfalarında kadınların lehine yazılmış birkaç satır da var neyse ki. Kız kardeşler, eşleriyle birlikte Glasgow Dörtlüsü olarak anılmaya başlamış ve ünleri Avrupa’ya yayılmış.
Peki, Klimt’in Margaret’tan habersiz olması mümkün mü? Pek olası değil. Eserleri Viyana sanat çevresinde ilgiyle takip ediliyor. Mackintosh çifti, 1902 yılında Viyanalı koleksiyoncu Fritz Waerndorfer’in villasındaki müzik odasını süslemek için davet ediliyor. Margaret, Rüzgârın Operası ve Denizin Operası isimli panoları yaratıyor. Waerndorfer, Klimt’in de önemli bir koleksiyoneri. Özetle Klimt’in bu eserleri görmemiş olma şansı sıfıra yakın.
Sanatta esinlenme ve ilham, keskin sınırlar çizilebilecek konular değil. Ancak Klimt, Margaret’in sanatını bilmiyor olsaydı bile, sanat tarihçileri Margaret’ı en azından onun öncüllerinden biri olarak anmalıydı.
Üstelik bu hikâye, sanatta tekil bir örnek değil. Başka bir Margaret daha benzer bir kaderi paylaşıyor: Margaret Keane. 1950’lerde ve 60’larda, büyük gözlü çocuk portreleriyle ünleniyor. Ancak eserleri, uzun yıllar boyunca eşi Walter Keane tarafından kendi çalışmalarıymış gibi tanıtılıyor. Walter, bu sahtekârlıkla büyük bir ticari başarı yakalıyor. Oysa resimleri yapan Margaret. Nihayetinde Margaret dava açıyor ve mahkemede düzenenlenen canlı çizim seansında eserlerin gerçek sahibi olduğunu kanıtlıyor. Tim Burton’ın Büyük Gözler filmi de tam olarak bu hikâyeyi anlatıyor.
Sonuç olarak, kadınlar olarak hepimiz biraz Margaret’ız. Üstelik konunun sanat olması da gerekmiyor. Kadınların emeği; ister sanat dünyasında, ister bir beyaz yakalı ofisinde, ister mavi yakalı bir iş sahasında olsun, göz göre göre çalınıyor. Erkekler ise bu hırsızlık üzerinden övgü, gelir ve itibar kazanmaya devam ediyor.
Leave a Reply