Sel Yayınları’ndan Zeynep Baransel çevirisiyle okuduğum bu kitap, yazarla tanışma kitabım. Uzun zamandır böylesine iç acıtan bir kitap okumamıştım. Fazlasıyla etkilendim. Bu öyle bir kitap ki okuduklarınızın etkisi bir ömür sizinle kalacak, öteki olma meselesini irdelerken size hep başka bir boyut sunacak. Kitabın ismi de tüm meselenin özünü yansıtabilmesi açısından çok etkili.
1941 yılında, Ohio’da, çok yoksul siyahiler arasındayız. Pecola, her türlü zorbalığa maruz kalan, ebeveyni tarafından ilgi ve sevgi gösterilmemiş bir kız çocuğu. Yazar kitabın başından sonunu söylüyor bizlere. Pecola, babasının tecavüzüne uğruyor ve hamile kalıyor. Yazarın bu hareketi bir meydan okuma. Tıpkı en sevdiğim kitaplardan biri olan Márquez‘in Kırmızı Pazartesi’si gibi. Yazar, “Sana sonunu söylüyorum ama yine de bu kitabı okuyacaksın,” diyor. Anlattıkları itibariyle de böyle bir iddia yakışırdı bu kitaba. Pecola, değersizliğinden ve sevgisizliğinden kaçmak için bir çift mavi göz istiyor. Olanları Pecola’nın akranı bir kız çocuğundan öğreniyoruz. Yazar parçalı bir anlatımla ben anlatıcıya dönerek kahramanların hayatlarını da kendi ağızlarından bize aktarıyor.
Pecola başta olmak üzere kitaptaki herkes kurban. Kitapta Pecola’nın babasının ilk cinsel deneyiminde beyaz adamlar tarafından taciz edilmesi dışında kitapta doğrudan bir beyaz müdahalesi yok. Biz yine de beyaz adamın şahsiyetini, dayatmalarını, güzellik algısını görüyoruz ama siyahiler üzerinden. Ezilen ezenin değerleriyle bütünleşmiş. Tüm topluma ve aile ilişkilerine sirayet etmiş bir çürüme. Kitabın bu kadar etkili olmasının sebebi de bu. Ezilenin kendinden nefret etmesi, utancı, sevgisizliği muhteşem ayrıntılarla vurgulanıyor. Normal bir kurgu okuduğunuzda bu gibi şeylere yazarın güzel/akıllıca buluşu deriz. Ne kadarı gerçek demeyiz, pek de ilgilenmeyiz bununla. Ama Morrison’un her ayrıntısının şahit olunan bir gerçeklik olduğundan o kadar eminiz ki.
Leave a Reply