14.09.2024, 06:54, Berlin
Olimpos Dağı’nın zirvesinde, bir zamanlar kudret ve ihtişamla dolup taşan büyük tanrılar meclisinde bulutlar Zeus’un davullarıyla titredikçe ölümlülerin üzerine asitten yağmurlar bıraktı. Yer yer kalkan avlu döşemesi dikenli otlar gibi salondakilerin ayağına dolandı. Zeus’un togası bol, buruşuk, yer yer ipliklenmişti. Altın teni parlamadı. Dökülen saçı, sakalı yerleri kapladı. Bir değnek yürümesine yardım etti. Sesine gök gürültüsü ekledi. Sesi yine de ölgün kaldı. Ordu komutanı düşeyazıp kadehindeki şarabı Zeus’un togasının yerde sürünen eteklerine döktü. Nefesini tuttu ve Zeus’un şimşeğini bekledi. Zeus eteklerinin kirlendiğini fark etmedi. Ağzından irinli tükürükler saçarak ordusuna son talimatları verdi.
“Tanrım, siz de bizimle ölüler diyarına gelecek misiniz?”
Zeus’un şimşekleri gözlerinde yanıp söndü. Cevap vermedi. Ordu ritmik adımlarla gökler meclisinden ayrıldı. Zeus’un davulları bulutların altında çaldı. Uşakları dünyayı dolaşmaya başladı. Kapılar pencereler kapandı. Bazı vahşetler içeri taşındı, bazıları kırmızı nehirlerde kaldı. Evlerin tahtalarından çığlıklar sızdı. Ölümlüler ufacık kulaklarını, gözlerini daha da küçülttü; kocaman ağızlarını, ellerini, ayaklarını daha da büyüttü. Kadınlarını yiyen erkekler pençeleri boya kaçışıp inlerine girdi. Damızlık kadınlar tutuldukları zindanda gelenleri hiç duymadı.
Ordu incir ağacı dikecek ocak, ırzına geçecek kadın bulamadı. Neye el atsalar toz oldu, üzerlerine yağdı. Güneş yükseldikçe yükseldi. Gölge yoktu, su yoktu. Ufalanarak azalan bir toprak yığınıydı bu dünya. Fosilleri ağaç gölgesindeki çocuklar, yağmurun altındaki kadınlar…
Leave a Reply