22.11.2023, 06:55, Berlin
Dün akşam Türkan Şoray kanunlarımdan birini bozarak hafta içi okumak ya da yazmak yerine televizyon izledim. Haftalardır gördüğüm ve beni çağıran bir mini dizi vardı: All the lights we cannot see (Göremediğimiz tüm ışıklar). Aslında savaş dönemi işlerini izlemekten pek hoşlanmam ama isminden olsa gerek ne izleyeceğimi çok da okumadan başlattım birinci bölümü. 4 bölümlük bir mini dizi. Keşke daha uzun olsaymış. Henüz ilk iki bölümünü izledim ve kendimi tutamadan yazıyorum. Öncelikle dizi Pulitzer ödüllü bir roman uyarlaması. Yazarı Anthony Doerr, mutlaka okuyacağım. İlk diyeceğim şey üzerinde bulunduğum bu toprakların geçmişine şahit olmak beni her seferinde çok etkiliyor. Dizide dünyanın korkunç bir hali anlatılmasına rağmen umut başrol oyuncusu. Masalsı bir yanı var. Baba ve kızın bir sahnesinde senelerdir yaşamadığım bir déjà vu anı yaşadım. Kasım ayında gösterime giren bu diziyi daha önce izlediğimi iddia ettim. Kız kardeş Jutta, Werner’in kafasını göstererek frekans göndermesi yapar, aynı metaforu ben de bir yazımda kullanmıştım. Kendimi çok yakın hissettiğim bir iş olmuş. Ve bazı diyaloglar öylesine güzel ki, değinmeden geçemeyeceğim. Baba kızın diyalogları, profesörün anlattıkları hep içimi ısıtan cinstendi. Ama Werner’in yetimhaneden ayrılma sahnesini özellikle çok beğendim. Yetimhane görevlisi Werner’e şunları söyler: Senin çok küçük olduğunu söyleyecekler. Hiçbir yerden gelmediğini. (Geldiği yerin belirsiz olduğunu diye çevirmeliyiz belki de) Büyük hayaller kurmaman gerektiğini. Ama ben sana inanıyorum. Harika bir şey yapacağını biliyorum. Ve sonra kız kardeş Jutta kardeşine öğüt verir: Sen aynı kalacaksın, Werner Pfennig. Sık sık sinir bozucu olsan bile. Değişmemelisin. Seni etkilemelerine izin verme. Seni ikna etmelerine izin verme. Ruhunun içini aynı tut, tamam mı? Aptal radyo istasyonlarından biri gibi. Frekansı aynı tut. Özetle, izleyiniz efenim!
Leave a Reply