İçimde kök salan miras

Son zamanlarda hangi kişisel gelişim kitabına ya da konusuna yönelsem karşıma çocukluğum ve çocukluğumda bir yaşam felsefesi olarak kodladıklarım çıkıyor. Belki de yeni dönem ebeveynlerini fazla hassas olmakla suçlayıp, “biz böyle büyümedik de ne oldu kardeşim, hepimiz normal insanlarız” diye ahkam kesip onları pamuk ebeveyn olmakla suçlarken yanılıyoruz. Görünen o ki, farkında olmadığımız kadar yaralıyız. Yeni yaklaşımlar çocukları yaralardan tümüyle uzak tutabilir mi bilmiyorum ama en azından kör göze parmak alay etme, değersiz hissettirme gibi davranışlardan koruyacak gibi duruyor.

Çocukken bir sünger gibi kasıtlı ve kasıtsız tüm davranışları emiyoruz. Ve beynimizde tepkisel düşünceler filizlendiriyoruz. Kadının toplumsal konumunun değiştiği dönemde yetişmiş çocuklar olarak arada kalmışlığımız hayat boyu yakamızı bırakmıyor. Annelerimizin pasif dişilliğini kopyalıyor ya da buna agresif erillikle cevap veriyoruz:

“Annem kendini hep ezdirdi. Ben ezdirmeyeceğim. Kimseye bağımlı olmadan yaşayacağım. Erkeğe ihtiyacım yok. Kadın bir erkeğin yapabildiği her şeyi yapabilir. Onun yardımını neden kabul edeyim ki? Ezik miyim ben? Evlenip üzerine bir de çocuk mu yapmış? Evde oturup çocuğuna mı bakıyor? Bu kadar da ayaklar altına almayın kardeşim kadınlık gururunu!…”

Bu cümleleri yazmaya sonsuza kadar devam edebilirim. Çünkü çocukken gördüğüm şeyler böyle bir gerçeklik yarattı beynimde. Tabii ki kadın erkeğin yaptığı her şeyi yapabilir, kimseye muhtaç değildir. Herkesin gerçekliği de kendinedir. Ama şimdilerde böyle ahkamlar keserek kendime zamanla taşıması zorlaşan bir kabuk ördüğümü düşünüyorum, hem de kendimi başkalarının seçimlerini böylesi küçümsediğimden çok ukala buluyorum. Bırakalım da kadınlar nasıl yaşamak istiyorlarsa öylesine yaşasınlar. Zaten hayat kadına bu kadar zorken, bir de biz kendimizden farklı olan kadına ve kendimize o kadar çok yük oluyoruz ki.

Evlenme kararımdaki toplumsal etkenleri saatlerce tartışabiliriz. Neden evlendim sorusuna benden bağımsız onlarca sebep sıralayabiliriz. Ama sonuca bakarsak evlendim ve mutluyum. Evliliğin bir zindan olmadığını, içinde erimeden var olabildiğim bir kurum olabileceğini gördüm. Yine de şart mıydı derseniz tabii ki değil. Benim o zamanki gerçekliğime uygun bir tercihti. 

Benzer düşüncelere sahipseniz ilişkilerinizi gözlemlediğinizde ilişkiyi nasıl sabote ettiğinizi de fark edecekseniz. Çünkü biz ezilmeme korkusu ile yaşayanlar zamanla birer zorbaya da dönüşebiliyoruz. Ezilmeyen olmak için ezen olmak gerektiğini düşünüyor ve ilişkileri yordukça yoruyoruz. Nasılı kişiden kişiye, ilişkiden ilişkiye değişir. Bir de bunun tam tersi olan hayır diyememe, karşıdaki kırılmasın diye kendinden ödün verme, hep fedakarlık yapan taraf olmak gibi tarafları var. Ben her iki hatalı davranış biçimine sahip olan şanslı azınlıktanım. (Çoğunluk mu demeliyim?) Eşime karşı ağzımdan HAYIRdan başka sayılı şey çıkan ben, aileme, arkadaşlarıma, müdürüme hatta iş arkadaşlarıma karşı adeta bir Nene Hatun figürüyüm. Burası sanırım başka bir yazının konusu. Neticede çocukluğumda benliğime işleyen bu kalıpları otuzlarımın sonlarına yaklaştığımda yeni yeni fark ediyorum. Hiç fark edemeyebilirdim de. Elimde bir reçetem de yok. Sadece biraz SALMAnın hem bana hem çevreme iyi geleceğini düşünüyorum. Bence hepimiz biraz SALALIM.



Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *