En umut sahibi olmak istemeyenlerimizi bile sarmalayıp, içimize birer ‘acaba’ bırakan bir dönemdeyiz. En takip etmeyenlerimiz bile Türkiye gündemine bulanmış durumda. Uzaklarda yaşasam da içimdeki Türkiye’yi çıkarıp bir kenara bırakamıyorum. O bir organ gibi, kuytu köşelerimde varlığına devam ediyor. Kimliğimin en biricik kısmını tabii ki çıkarıp atmak istemiyorum. Beni ben yapan tüm bileşenler orada gömülü.
Dışarıdan bakılınca tuzu kuru tayfasından biri olarak içi seni dışı beni yakar diyeyim. Yaşadığım yerde Türkiye’de sahip olduğumdan daha kaliteli bir hayat yaşayabiliyorum. Her şey güllük gülistanlık görünse de uzakta olmanın olumsuz yanları, özlemleri var. Bana soran herkese şunu diyorum: Artıları da var, eksileri de. Bir yanıyla da çok bireysel bir tecrübe. Geldikleri gibi dönen birçok kişiyi de gördüm. Ama benim için artıları eksilerinden fazla ki dönmüyorum.
Bu yazının konusu gurbetçi dertleri değil. Gündemin tetiklediği anksiyetemin bana düşündürdükleri. Türkiye dışında dünyanın herhangi bir ülkesinde siyasetin normal vatandaşın hayatında bu kadar elle tutulur bir varlık gösterebileceğini düşünmüyorum. Çocukluğumdan beri o kadar makro, o kadar benim dışımda gündemlerle başa çıkmak zorunda kalmışım ki Avrupalı ile birbirimizin düşünme şekillerini anlayabilmemiz mümkün değil.
Bu durumu zaman zaman iş arkadaşlarımla gözlemliyorum. Örneğin; Avrupalı’nın en önemli gündem maddelerinden biri kadının aynı işi yapıp, daha az para alması. Kuzey ülkelerinde çeşitli düzenlenmelere başlansa da, umuyorum ki yakında çok daha geniş bir coğrafyada kadının hakkettiğini aldığını göreceğiz. Arkadaşımla bu konu hakkında konuşurken Türkiye’deki durumu sordu. Evet bu Türkiye için de geçerli ama bunun üzerinde o kadar az düşünmüşüm ki. Hatta burası için düşünürken orası için düşünmüyorum bu konuyu. Çünkü maaşa gelene kadar öyle zor bir yaşamı var ki kadının. Her gün ölüyor ülkemin kadını, her gün eve kapatılıyor, her gün tacize uğruyor, her gün eğitimden ayrı konuluyor, her gün üzerindeki erkek gölgesi altında yaşamak zorunda. Bunları düşününce maaş eşitsizliği kadının en hafif dertlerinden biri kalıyor Türkiye’de. Bu yüzden Avrupalı’nın dertleri başka geliyor bana.
Bir diğer örneğini de pandemi dönemindeki taşınma sürecimizde gördüm. Pandemi henüz devam ederken, yapı firmasının projeyi zamanında bitiremeyeceğinden endişe ediyorduk. Şanslıyız ki durum böyle olmadı. Zamanında ve problemsiz bir biçimde taşınabildiğimiz için çok mutluyduk. Seçimlerimizin hepsi uygulanmış, malzeme kalitesi yüksek. Birkaç eksiklik var ama yaşamamızı engelleyecek hiçbir durum yok. Eşimle proje şirketini birbirimize övüyoruz. Şöyle iyi, böyle iyi. Bu durum ilk birkaç ay bu şekilde devam etti. Ta ki ben sitenin WhatsApp grubuna dahil olana kadar. Bu grupta bizimkinden bambaşka bir şirket konuşuluyordu sanki. Kötü ve ucuz malzeme, tembel bir yaklaşım, baştan savma bir çalışma şekli… İnsanların mutlu olmadıklarını görünce çok şaşırdım. Şikayetçi olunan bazı aksaklıkları sıralamak gerekirse: apartman kapılarının kilitleri duvara çok yakın olduğundan tek elle kapı açılamıyor, avludaki parke taşları açısal olarak yanlış dizilmiş, bahçe peyzajı düzgün yapılamamış.
Bu eksikliklerden hiçbirini bu gruba girene kadar fark etmedim. Çünkü içimdeki Türkiyeli’nin kontrol listesi şu şekilde: başımın üzerinde bir çatı var mı? Evin içinde benim hayatımı zorlaştıracak herhangi bir eksiklik var mı? Banyo lavabosunun mutfağa takılması vs. gibi bir işçilik hatası yapılmış mı? Bunlar yoksa her şey yolunda ve proje başarılı demek. İnsanların haklarını aramalarına, herkesin sorumluluğunu olması gerektiği gibi yerine getirmesi gerektiğine bir itirazım yok. Ama benim için o kadar önemsiz şeyler ki, bunlardan şikayetçi olmak gerektiği mekanizması bile düşünce sistemimde yok.
Türkiye’de yetişmiş, tüm sevdikleri hâlâ orada olan bir insan olarak; artık nerede yaşarsam yaşayayım kendi ülkemi içimde taşıyacağımı kabullendim, hayıflanmıyorum. Bu örnekte olduğu gibi iyi yanları bile var: Avrupalı kardeşlerimin dertlerini büyük bir olgunlukla ve pozitiflikle kucaklıyorum.
Leave a Reply