Dinlere inancımı üniversitenin son yıllarında kaybettim. Uzun süre kendimi deist olarak tanımladım, ama bu konu üzerine de fazla düşünmedim. Ta ki yedi-sekiz yıl önce, dine yeniden inanmayı arzuladığım bir dönem başlayana kadar… Bir tür depresyondaydım, beni sarıp sarmalayacak bir şeye ihtiyacım vardı. Çareyi Mesnevi’de ve tasavvuf kitaplarında aradım. Olmadı. Popüler kültürde romantize edilen o hümanizm yerine son derece kadın düşmanı şeylerle karşılaştım. Yine de yaratıcı bir güce inanmayı sürdürdüm. Birkaç yıl önce bunu da sorgulamaya başlayıp tamamen bırakana kadar.
Son haftalarda ise Tanrı’ya tekrar inanır gibi oldum. Ama artık, onun yerine günümüzün popüler kavramlarından biri olan bir kayyım atandığını düşünüyorum. Çünkü bunca kötülüğün rastlantısal olamayacağı hissi içime çöreklenmiş durumda.
Din çok ilginç bir olgu. Çok inançlı bir ailede büyümemiş olsam da, çocuklukta biriken tortular kolay kolay silinmiyor. Kendimi hiçbir zaman Müslüman olarak tanımlamayan biri olmama rağmen domuz eti yiyemiyorum. Bazen içimde bir yerlerde kötü bir şey olacağına, cezalandırılacağıma dair gölgeler dolaşıyor. Farkında bile olmadan ağzımdan çıkan nidalara şaşırıyorum. Yobaz bir ailede büyüyen birinin üzerinde nasıl izler bırakılabileceğini hayal bile edemiyorum.
Bütün bu düşüncelerin tetikleyicisi, uzun zamandır izlemek istediğim Heretic (Sapkın) filmini nihayet izlemem oldu. Film, Sophie Thatcher (Sister Barnes) ve Chloe East (Sister Paxton)’ın canlandırdığı Mormon misyonerlerini takip eden bir gerilim hikâyesi. Beni koltuğumdan sıçratan bir korku filmi değil ama beklemediğim yerden yakalayıp zihnimi kurcalamayı başardı.
Daha ilk sahnelerde bu kızlara sempati duysam da, onların seçtiği hayatı anlamakta zorlandım. En azından inançsız biri olarak bana hiç mantıklı gelmedi. Paxton, izlediği pornoyu bile dini bir çerçeveye oturtmaya çalışıyor. Genç kızlar onunla fotoğraf çektirmek istediğinde tarifsiz bir mutluluk duyuyor ama bu an, büyük bir hayal kırıklığı ve utanca dönüşüyor. Onun adına gerçekten üzüldüm. Fazladan bir okuma mı yapıyorum bilmiyorum ama başka bir hayata en azından merak duyduğunu görmek mümkün. Barnes ise daha cool, daha zeki, kiliseye daha fazla insan kazandırmış, daha lafazan biri.
Kızlarımız, listelerindeki son adres olan Mr. Reed’in evine varıyorlar. Fırtına patlıyor. Kadınların tek başına bir erkeğin evine girmesi yasak ama Reed’in manipülatif tavırlarıyla rahat bir şekilde içeri giriyorlar. Ve bu noktada onlara fazlasıyla hak verdiğimi söylemeliyim. Çünkü Hugh Grant, yıllardır oynadığı o güvenilir, çekici ve sempatik karakterleri tek bir vücutta toplamış durumda. O eve hangimiz girmezdik ki?
Başta Reed’in yalnızca bir entelektüel olduğunu sanıyoruz. Ama zamanla, kızları inançlarıyla ilgili provoke etmeye başladığını fark ediyoruz. Ne var ki, kızlar rahatsız olmuyor. Reed, onları giderek daha büyük bir tuzağın içine çekiyor. Onlar ise durumun farkına vardıklarında artık geri dönmek için çok geç.
Film boyunca Reed’in aşama aşama sapkınlığa evrildiğini ve aslında eleştirdiği şeye dönüştüğünü izliyoruz. İlk yarıda diyaloglar ağırlıkta ve bu kısmı özellikle sevdim. Reed, tüm dinlerin birbirini tekrar ettiğini, insanların genetik olarak otorite figürlerini sorgulamadan kabul etmeye yatkın olduğunu ve bu iki genç kızın da çocukluklarından itibaren manipüle edildiğini anlatıyor. Ama ironik biçimde, bunu ispatlama çabası onu da kadın düşmanı, ataerkil bir canavara dönüştürüyor. Reed bence doğru olan teziyle yola çıkıp bizzat eleştirdiği şeyin bir yansıması oluyor.
Filmin dinler arasındaki tekrar eden motifleri Star Wars, Monopoly ve Radiohead’in Creep şarkısı gibi popüler imgelerle anlatması özellikle hoşuma gitti. Reed, kızlara bir seçim yapmaları gerektiğini söylüyor: İnanç mı, inançsızlık mı? Ve bu kapıların açıldığı yer kimseyi şaşırtmasa da, temsil ediliş biçimi oldukça etkileyici. Filmin görüntü yönetmeni Chung Chung-hoon baştan sona muhteşem kareler izlettiriyor bize.
Filmin ikinci yarısında gerilim yükseliyor. Reed’in onları fiziksel olarak tutsak ettiği an, psikolojik baskı yerini daha klasik korku unsurlarına bırakmaya başlıyor. Aksiyon dozu artıyor ama ben filmi tek mekânda(kütüphanede), yalnızca psikolojik gerilim ekseninde ilerleyen bir yapıya daha çok yakıştırırdım.
En çarpıcı anlardan biri, kızların yokluğunun kilise görevlisi tarafından tuvalet temizliği yapılmadığı için fark edilmesi. Görevli, Reed’in kapısını çaldığında onu tehdit edemeyeceğini biliyoruz ama yine de bir şeyler sezeceğini düşünüyoruz. Hatta belki kızları kurtarmak uğruna öleceğini bile sanıyoruz. Ama hayır! Adam yalnızca broşür bırakmak için geri dönmüş. O şartlar altında bile tek derdi kiliseye insan kazandırmak.
Filmin finali, farklı okumalara açık. Bence yönetmen dinin bir illüzyon olduğunu göstermek istemiş. Yine fazladan okuma yaparak filmin isminin hem Mr. Reed’e hem de kızların içinde yer aldığı yapıya uygun olduğunu düşünüyorum. Sapkının sözlük anlamı doğru yoldan ayrılmış olan. Doğru yol söylemi bir inanç tarafından belirlenmiş bir şeyi çağrıştırıyor. Bu ve benzeri kurumların ve inançlarını sömürerek manipüle ettikleri insanların doğru yolda olduklarını söyleyebilir miyiz?
Bu film beni düşündürdü. Çenemi düşürdü.
Kitaplara, filmlere, sanat eserlerine beni zorladıkları, aklımı kurcaladıkları, içimde bir şeyleri harekete geçirdikleri için bayılıyorum. Ve Heretic, tam da böyle bir filmdi.
Leave a Reply