Geçtiğimiz günlerde Eric Schliesser’in derlediği Felsefenin İhmal Edilmiş On Klasiği isimli bir kitapla karşılaştım. Kitap, felsefe tarihinde yeterli ilgili görmemiş, gözden kaçmış felsefi metinleri inceliyor. Bu metinlerden bazılarını araştırdım. İlgimi çekti. İlgi görmemelerine şaşırdım. Tabii konunun uzmanı kişilerin gözünde benim anlayamadığım sebepleri de vardır bu durumun, son derece aşikar olanları da.
Kitabın aklıma düşürdüğü soruysa malumuzunuz: İyisiyle kötüsüyle bu kadar çok düşünsel üretimin olduğu bir ortamda neye, nasıl gereken ilgili göstereceğiz? Bu üretimlerden ne kadarı kanonun onayından geçip geniş kitlelerle buluşabiliyor? Birçok üretim içeriğinden bağımsız olarak ancak yakınında olursanız duyabileceğiniz cızırtılar olarak kalıyor. Bu durumu hep edebiyat üzerinden düşünürken felsefede de karşılaşmak beni şaşırttı.
Kitabın incelediği metinlerden biri Edith Stein’ın empati üzerine metni. Öteki kavramının erken incelemelerinden biri olarak kıymetli. Ancak Stein kadınların hepten yok sayıldığı bir dönemde yaşadığından ciddiye alınmıyor, sesi özellikle kısılıyor. Yahudi olarak doğmasına karşın 1922’de Katolik oluyor ve din felsefesine yöneliyor. Karmelit Tarikatı’na karışıyor ve manastır hayatına geçiyor. 1942’de ise atanmış kimliğinden kaçamıyor Auschwitz’de öldürülüyor. Aslında faşist ideolojilerin hedefinin tek bir kimlik değil tüm insanlık olduğunu düşündüğümüzde, onun Yahudi olduğu için mi, Katolik olduğu için mi, kadın olduğu için mi, cızırtı yayıyor diye mi, yoksa sadece orada bulunduğu için mi katledildiğini söylemek zor.
Schliesser, giriş makalesinde kanonik oluşumlar ve bir klasiği klasik yapan kriterler üzerine sorular soruyor. Okurla beraber bazı cevaplar arıyor. J.M. Coetzee’nin Klasik Nedir? isimli makalesinden de yardım alıyor.
Schliesser, meslektaşlarına şu soruyu sorarmış:
“Eğer Mephistopheles size iki seçenek sunarsa, hangisini seçerdiniz?
(A) Seçtiğiniz büyük felsefi problemi öylesine kesin bir şekilde çözersiniz ki geriye söylenecek hiçbir şey kalmaz (sayenizde alanın bir kısmı sonsuza dek kapanır ve tarihte bir dipnot olarak yer alırsınız).
(B) O kadar cazip ve tartışmalı bir kitap yazarsınız ki, yüzyıllar boyunca zorunlu okuma listelerinde kalır.”
Bazı felsefecilerin isteksiz de olsa B’yi seçtiklerini söylüyor. Aslında burada felsefenin bilim insanlığı ve sanatsal üretimler arasında kalmışlığına da değiniyor. Çünkü onlar da haklı olmaktan ziyade besteciler, şairler, romancılar ve diğer sanat yaratıcıları gibi, eserlerinin milyonlarca kişi tarafından defalarca deneyimlenmesini istiyor. Ama bir yandan da serde bilim insanlığı ve gerçeğe ulaşma çabası var. Bu soru bilim insanlarına sorulsa hiç düşünmeden A’yı seçerlermiş.
Schliesser, B’yi seçmenin Don Kişotvari bir yanı olduğunu da söylüyor. Başarı olasılığı küçük ve kanonun daimi seçkisinde yer almak bir çabadan ziyade kazananların ihtiyacını karşılamaktan geçiyor. Bu kısmı direkt alıntılamak istedim. “Kanon büyük ölçüde beyaz ve Avrupa merkezlidir; birkaç kilise babasını bir kenara bırakırsak, öncelikle M.Ö. beşinci ve dördüncü yüzyılda Atina’da yaşamış olanlara (Platon, Aristoteles), on yedinci ve on sekizinci yüzyılda Paris’i ziyaret etmiş olanlara (Descartes, Hobbes, Leibniz, Hume vb.) ve on dokuzuncu yüzyılda Almanca konuşanlara (Kant, Fichte, Hegel, Schelling, Schopenhauer, Nietzsche, Frege vb.) yöneliktir. Mevcut öğretim kanonu, felsefi “klasikleri” temel alıp beslerken, tüm kültürleri sistematik olarak dışlar, erkeklere önyargılıdır ve entelektüel niteliklerinden bağımsız olarak ırkçı, cinsiyetçi, öjeni ve emperyalist görüşleri benimsemiş düşünürlere aşırı dikkat gösterir. Felsefe ve daha geniş toplum içinde mevcut dışlanma kalıplarını önemseyenler, kanonun kapsamlı bir şekilde reform edilmesini, daha kapsayıcı olmayı veya tamamen kaldırılmasını savunmak arasında gidip gelirler.”
Bundan sonraki bölüm daha felsefe odaklı ilerliyor ve felsefe eserinin birden fazla işlevi yerine getirebilmesinin onu klasikleştireceğini söylüyor.
Cotzee’nin listesi ise şu şekilde; moda olana değmeme, kişinin uzmanlığı, sürekli eleştiri ve yorum, yaratıcı taklit ve tekrar, geniş bir kitlenin ilgisini çekme. Schliesser’in de üzerinde durduğu gibi ilk ve son maddeler birbiriyle çelişiyor gibi görünüyor. Dördüncü maddeninse felsefedeki karşılığı muallak. Bu listeler çoğunlukla bir gidiş yolu olarak çalışıyor. Klasik sayılan her eserin her maddeyi karşıladığını söyleyemeyiz. Elimizde bu liste olsa bile bir şeyler üretirken bu kocaman hedefleri göz önünde bulundurmak ne kadar uygulanabilir ne kadarı üreticinin kontrolünde tartışılır. Sanırım bu listeler yalnızca sanat, edebiyat ya da felsefe tarihçilerinin işlerine yarıyor.
Sonuç olarak, Schliesser’in ve Coetzee’nin ortaya koyduğu kriterler bize sadece birer rehber sunuyor, klasikleşme ve kanonun seçiciliği üreticinin kontrolünün ötesinde süreçler. Felsefe de, tıpkı edebiyat gibi, sadece haklı olmaktan değil, aynı zamanda okunabilir ve deneyimlenebilir olmaktan ya da hizmet etmekten besleniyor. Bu yüzden bir eserin sesi kısılırken sadece cızırtılar hâlinde kalıyor. Mutlak kabul edilmiş bir hakikatin peşinde koşan ana akım istasyonlara karşın radyoyu kurcalayıp cızırtıları bulmak yine bireye düşüyor. Bu noktada istasyonlar bir noktaya kadar çekebilir olduklarından küçük bir alandan sorumlu olduğumuzu varsayarak bir nebze rahatlayabiliriz. Uzağımıza düşen bizlere parlaklığı bile ulaşmayan yıldızları kaçırdığımızı da dertlenebiliriz de.
Schliesser’in ilk sorusunu edebiyata uyarlarsak;
(A) Eseriniz öylesine tamamlanmış, öylesine kusursuz olur ki, karakterler, olay örgüsü ve dil artık tartışmaya, yeniden yorumlanmaya veya üzerine bir şey eklenmeye kapalı hale gelir, edebiyat dünyasında sadece sessiz bir dipnot olarak kalırsınız.
(B) O kadar çekici, özgün ve tartışmalı bir metin yaratırsınız ki, yüzyıllar boyunca okuma listelerinde kalır, üzerine sayısız yorum yapılır, eleştiriler ve yeniden anlatımlar üretilir, sesiniz hep duyulur, ama kontrolünüzün ötesinde bir hayata kavuşur.
A’nın B’nin karşılıkları da okurdan okura değişmekle birlikte, kategorisel olarak yazdıklarınızın nereye düşmesini dilerdiniz?
Kitabın ön sözünün Türkçesi de varmış. Okumak isteyenler için linki: https://heretik.com.tr/wp-content/uploads/2019/04/on-klasik-onicindekiler-.pdf
Ben ingilizcesinden okudum, kendimce çevirdim. Karşılaştırmadım. Farklılıklar ya da yanlış yorumlamalar varsa affola 🙂