




Yılın son güneşli günlerinden birinde Wannsee Gölü kıyısındaki Liebermann Villası’nı ziyaret ettik. Burada yaşasaydık ya şair ya ressam olurduk diyeceğimiz bu köşk, empresyonist ressam Max Liebermann tarafından 1909 ile 1910 yılları arasında yaptırılmış. “Göldeki şatom” dediği bu evde ailesiyle birlikte şehirden kaçıp yaz aylarını geçirirmiş.
Liebermann, hem eserleriyle hem de Berlin’in kültürel yaşamındaki rolüyle, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı Almanya’sının en önemli ressamları arasında yer alıyor. Salon resim geleneğine direnen bir modernizm öncüsüdür. 1899’da Berlin Secession’unun kurucu üyelerinden biri ve ilk başkanı olmuştur; 1920’de Prusya Sanat Akademisi başkanlığına atanmış, 1927’de ise Berlin’in fahri hemşehrisi unvanını almıştır.
Liebermann ailesi Yahudi kökenli. Nazi döneminde zulme uğramışlar ve mülklerine el konulmuş. Villa, 1940 yılında zorla satışa çıkarılmış, ardından da çalkantılı bir tarihe tanıklık etmiş. 1995 yılında, evi ve bahçeyi yeniden inşa etmek ve villayı bir müzeye dönüştürmek amacıyla Max Liebermann Derneği kurulmuş. Bu proje başarıya ulaşmış, Berlin’in kültürel peyzajında önemli bir yeri olan bu mekânı kurtarmış ve kente tarihinin küçük ama değerli bir parçasını geri kazandırmış. Villa bünyesinde gönüllüler çalışıyor.
Villanın kalbi, sanatçının atölyesi. Liebermann, atölyesini olabildiğince sade tutarmış: bir masa, bir sandalye ve birkaç şövale… Bu yalınlık, özellikle sanatçının dostu ve biyografi yazarı Erich Hancke’yi şaşırtmış, Hancke burayı “rahatsızlığın özü” olarak tanımlamış.
Liebermann bu odada portreler yapar, bahçede başladığı tabloları tamamlar, kompozisyonun genel etkisini değerlendirip kimi yerlerde rötuşlar yaparmış.
Atölyedeki tabloların çoğu, sanatçı hâlâ üzerinde çalışıyor olsa bile, çerçevelenirmiş. Liebermann, çerçevenin tablonun genel güzelliğine önemli katkı sunduğuna inanırmış.
Bu yüzden eserlerini tamamlamadan önce çerçeveletir, böylece kompozisyondaki hataları daha kolay fark edebilirmiş.