Dag Solstad çok farklı bir yazar. Az ama öz eserleriyle kendine hatırı sayılır bir okur kitlesi yaratmayı başarmış, damıtılmış cümleleriyle insanı darmadağın eden, üzerine günlerce düşündüren biri. Kitabı bitireli neredeyse on gün oldu, hâlâ zihnimde dönüp duruyor. Böyle etkileyici kitaplar ve yazarlar beni her zaman heyecanlandırıyor.
Kitabı Banu Gürsaler Syvertsen’in çevirisinden okudum. İnce olmasına rağmen kolay bir kitap değil. Bazı cümleleri defalarca okuyorsunuz; çünkü o cümlelerin yoğunluğu, hayattaki karşılığı sizi durup düşünmeye zorluyor. Bu etkileyici gözlemler, Solstad’ı okurken aklıma Şavkar Altınel’i de getirdi. Altınel’in kitapları da incecik ama yoğun, adeta birer tespit makinesi.
İskandinavya’nın gri günleri, kitabın atmosferine ustaca işlenmiş. Tekrarlarla o huzursuzluğun içine bile isteye çekiliyoruz. Hatta Norveç dilinde ‘Solstadian’ (Solstadvari) diye bir terim bile varmış.
Deniz Yüce Başarır ve Ömer Türkeş, kitap üzerine sohbetlerinde ‘tedavülden kalkma’ ifadesini kullanıyorlar. Gerçekten de kitabın en güçlü ve vurucu mesajı bu: tedavülden kalkan değerler, kavramlar, kurumlar ve insanlar…
Başkarakterimiz Elias Rukla’nın ismi Elias Canetti’ye bir selam niteliğinde. Canetti ismi de kitapta geçiyor. Elias, 68 kuşağına mensup bir edebiyat öğretmeni. Yirmi beş yıldır aynı lisede, aynı şeyleri anlatıyor. Öğrencilerinin ilgisizliği hep benzer olsa da, artık karşısında bambaşka, anlamakta zorlandığı ve hatta korktuğu bir nesil var. Dünya değişiyor. Edebiyat bu değişimde kendine yer bulamıyor. Popüler kültür ve kayıtsızlık her yeri sarmış durumda. Elias, öğrencilerinin ilgisizliğini anlayabiliyor, hak bile veriyor.
Derslerinde İbsen’in Yaban Ördeği eserini işliyor. Şimdiki aklım olsa, böyle bir derse katılabilmek için her şeyi yapardım. Ama lise yıllarımı düşündüğümde, öğrencilerin ilgisizliğini yadırgamıyorum. En edebiyatseverlerimiz bile sözel dersleri zaman kaybı olarak görür, sayısal derslere öncelik verilsin isterdi. Sistem böyleydi ve biz de sorgulamadan kabullenmiştik. Oysa hayatı ve insanı anlamak edebiyattan geçiyor. İnsan, yaş aldıkça bu kayıpları telafi etme şansı yakalıyorsa, bunu da bir kazanım saymak lazım.
Kitapta önemli bir yer tutan Yaban Ördeği, İbsen’in sembolist döneminin başlangıç eseri. Açık ve örtük birçok gönderme içeriyor. Hjalmar, kızı Hedvig’in kendisinden olmadığını öğreniyor. Oyun, babasının onu yeniden sevmesi için yaban ördeğini öldürmesi salık verilen Hedvig’in intihar etmesiyle sona eriyor. İbsen’in karakterleri bir illüzyon içinde yaşıyor tıpkı Elias ve bizim gibi. Hedvig’in annesinin açığa çıkmamış sırları var, Elias’ın karısı Eva gibi. Sevilmeyen kız çocuğu Hedvig, Elias’ın mesafeli bir babalık yaptığı Camilla’da karşılık buluyor. Yaban ördekleri, yara aldıklarında suyun dibine dalıp otlara tutunarak tehlikenin geçmesini beklermiş. Eğer su derinliği uygunsa onları oradan çıkarmak köpeklerin işiymiş. Her iki eserde de yaban ördekleri gibi gerçeklerden kaçan karakterler var. Aynı zamanda, yaban ördeği bulunduğu yere ait olmamayı da simgeliyor yine tıpkı Elias gibi. Hatta bazı yorumlara göre, bu ördek İbsen’in realist ve sembolist dönemi arasındaki içsel çatışmasını da temsil ediyor.
Elias, yirmi beş yıldır aynı şekilde çözümlediği Yaban Ördeği eserinde, o gün Dr. Relling karakteriyle ilgili yeni bir farkındalık yaşar. Yıllardır İbsen’in sözcüsü olarak gördüğü karakterin aslında onun karşıtı olduğunu anlar. Bu aydınlanma, Elias’ın uzun yıllardır bastırdığı yalnız, depresif ve topluma uyum sağlayamayan hayatında bir kırılma anına neden olur. Açılış sahnesinden beri mükemmel bir şekilde gösterilen şemsiye, bu krizin somut bir ifadesi haline gelir. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Bu andan itibaren geçmişe yapılan dönüşlerle Elias’ın hayatını daha yakından tanırız. Solstad, bu bölümlerde andığı filozoflar ve bahsettiği konularla, bizi derin bir varoluş krizinin içine çeker. Karakterlerin izlediği kayak yarışmacıları arasında Heidegger, Husserl, Canetti, Ginsberg, Burroughs, Gramsci, Sartre ve Wittgenstein gibi isimler de vardır. Yeni karakterimiz Johan, Kant felsefesini Marksizm üzerinden inceleyen bir felsefe dahisidir. Böylece, edebi ve felsefi göndermelerle dolu bir yolculuğa çıkarız. Bu yolculuk, aynı zamanda sağlam bir sistem eleştirisi ve kuşak hesaplaşması niteliği de taşır.
Elias’ın toplumdan ne kadar kopuk olduğunu ve yalnızlığını okurken, ona empati duymamak mümkün değil. Canetti’nin Kien’ine duyduğumuza benzer bir empati. Aslında, çevremizde ne çok yalnız insan var. Hepimiz ne kadar yalnızız. Çokuz ama ne yazık ki birbirimizden habersiziz; kenetlenme yetimiz elimizden alınmış, serbestçe birbirimize değmeden savruluyoruz.
Bu kitabı bu dönemde okumamın sebeplerinden biri de Norveç seyahatimdi. Fırsat buldukça yazarları kendi memleketlerinde okumayı seviyorum. Elias’ın edebiyatın artık toplum hayatında yer bulamadığını düşündüğü Norveç, aslında bizden fersah fersah ileride. Küçük bir şehirde bile, marketlerden sonra en çok karşılaştığım yer kütüphaneler oldu. Üstelik bu kütüphaneler, yalnızca belirli bir entelektüel çevreye hitap etmiyor; kapısından geçen herkese açık. İçeri girmek için üyeliğe ya da karta ihtiyacınız yok. Dilediğiniz gazeteyi veya kitabı okuyabilir, arkadaşlarınızla burada buluşabilir, çayınızı kahvenizi yudumlayabilirsiniz. Değişim her yerde yaşanıyor, ancak değişimin içeriği ve etkisi de her şey gibi coğrafyadan coğrafyaya farklılık gösteriyor. Bazı coğrafyalara da kötünün en kötüsü düşüyor.
Leave a Reply