


Berlin’in en güzel semtlerinden Nikolaiviertel’deki şahane Rokoko bina Berlin’in şehir müzelerinden birine ev sahipliği ediyor.
1762-1766 yılları arasında, Prusya Kralı II. Friedrich’in sarrafı Veitel Heine Ephraim için mimar Friedrich Wilhelm Dieterichs tarafından inşa edilmiş. 1936/37’de yıkılıp aslına uygun olarak tekrar yapılmış. Berlin’de o dönemleri sağ atlatan bir bina var mı emin değilim. Şehrin ağaçları, doğası bile yok olmuş. Tierpark’taki 200.000 ağaçtan sadece 700’ü yakacak odun kıtlığı çekilen İkinci Dünya Savaşı’nın ve sonrasının tahribatından kurtulabilmiş örneğin. Ah Berlin ah. Ne çektin sen!
Müzenin en üst katında şehir fotoğrafları sergisi var. Aşağıya eklediğim fotoğraf günümüz Berlin’inin ruhunu çok iyi yakalamış. Fotoğraf, Peter Wehn’e ait, ismi Sürreal Anlar. Planlanmamış bir fotoğraf. Wehn, gelincik tarlasının fotoğrafını çekerken iki adet bacak beliriyor. Sadece Berlin’de denk gelinebilecek anlardan biri.

Burası aslında küçük sayılabilecek ama içi dolu dolu bir müze. En enteresan bulduğum kısımsa Türkçe bilgilendirmeler oldu. Açıklama tabelaları üç dilli: Almanca, İngilizce ve Türkçe. Türkçe açıklama olmayan kısımlarda broşürler yer alıyor. “E Berlin’de kaç bin Türk yaşıyor normal değil mi,” diye sorarsanız, maalesef değil. İyi bir müze ve sergi ziyaretçisi olarak Berlin’de bunu yapan başka bir müze hatırlamıyorum. Sorarsanız “Türkler müze, sergi gezmiyor,” yanıtını alırsınız ve maalesef çok da söyleyecek sözünüz olmaz elinizde istatistik olmadığı için.
Aslında bu bir kısır döndü. Berlin’de Dussmann isimli harika bir kitapçı var örneğin. Bir alışveriş merkezi kadar büyük. İstediğiniz kitabı alıp okuyabilirsiniz. Masalar ve koltuklarla döşenmiş. Ne yalan söyleyeyim alacağım kitaplardan bazılarını orada bitirmişliğim var. Bu kitapçının çok geniş bir İngilizce kitap seçkisi var. Bunun yanında Fransızca, İspanyolca, Portekizce, Rusça, Arapça kitaplıkları da var. Türkçenin sadece bir rafı vardı içinde edebi olarak değersiz sayılabilecek bazı kitapların bulunduğu. Raf dediysem çoğu boş, yan yana duran beş kitaptan bahsediyorum. Artık o da yok. Sorsanız aynı cevabı alırsınız. Avrupa’nın kendi seçtiği kültürleri kendi tercih ettiği kadar destekleme ikiyüzlülüğünden başka bir şey değil. Sen vakit ayırıp değer verip güzel bir kitaplık yap bakalım, satacak mı satmayacak mı? Elif Şafak ve Orhan Pamuk’un Almanca versiyonlarını satıyorlar mesela. Neyse ki artık şehirde geniş Türk edebiyatı seçkisi olan güzel bir kitabevi de var da bizim de biraz da olsa yüzümüz güldü. Yine konu nerelere geldi. Son zamanlarda bende bir atarlanma ve kafa ütüleme eğilimi var. Gündem içimize, dışımıza, her yerimize işledi.
Müzenin dikkate değer sergilerinden biri: The Struggle: Südafrikaner*innen im Berliner Exil isimli sergi. 1884/85’ten 1994’e kadar süren yüz on yıllık antikoloniyal direnişi ve özellikle apartheid döneminde Güney Afrika’dan Berlin’e sürgün edilen bireylerin hikâyelerini ele alıyor. Apartheid ‘ayrılık’ anlamına geliyor. 1948–1994 yılları arasında Güney Afrika’da yürürlükte olan, ırksal ayrımcılığa dayalı resmi devlet politikası. Bu dönemde beyaz azınlık, siyah çoğunluk ve diğer etnik gruplar (Hintli, Melez gibi) üzerinde sistematik baskı kurmuş, onların haklarını ciddi şekilde kısıtlamış.
Sergi, 1960–1994 yılları arasında apartheid rejiminden kaçarak Doğu ve Batı Berlin’de yaşamış Güney Afrikalı sürgünlerin deneyimlerine odaklanıyor. Bu bireyler arasında, özgürlük mücadelesinin önemli figürlerinden mimar Luyanda Mpahlwa da yer alıyor. Sergide, Miriam Makeba, Eddy Grant ve Stevie Wonder gibi sanatçıların uluslararası anti-apartheid hareketine katkılarını yansıtan plak kapakları gibi objeler de bulunuyor. Berlin’in sömürgecilik tarihine ve Güney Afrika’daki direniş hareketlerine ışık tutuyor.
Salt River Muharebesi, Avrupalıların Güney Afrika’daki yayılmacı planlarını 142 yıl boyunca erteleyen bir dönüm noktasıymış. Bu zafer, sadece askeri bir başarı değil, aynı zamanda yerli halkın topraklarını ve yaşam tarzlarını koruma kararlılığının bir sembolü olmuş. Aşağıdaki eser de ismini ve ilhamını bu maharebeden alıyor. Machyta Oko Giebels ve Philippa Ebéné’nin sanat eseri, Güney Afrika’daki bilinen en erken sömürgecilik karşıtı direnişi yaklaşık 1510 yılında Goringhaiqua halkının verdiği savaşı vurguluyor. Silahlı Avrupalılar topraklara girmeye başladığında, Khoikhoi halkı sığırlarıyla birlikte bir cephe oluşturarak saldırganları başarıyla geri püskürtüyor.

Sergide bir sanatçıyla da tanıştım: Toni Ebel. 1930 yılında cinsiyet değiştirme operasyonuyla kadın olmuş. Nazi döneminde Almanya’dan kaçmış ve uzun süre sürgün hayatı yaşadıktan sonra 1945 yılında dönerek Doğu Almanya’da yaşamaya karar vermiş. Maalesef bu kaçgöçler arasında eserlerinin çoğu da kaybolmuş. Ebel, beni çok etkiledi. 75 sene sonrasında bile küçük de olsa her türlü operasyondan köşe bucak kaçarken o dönemde çok daha fazla risk ve acıya katlanmak kolay iş olmamalı. İlk cinsiyet değiştirme ameliyatı da aynı yıl yapılmış yani her şey hâlâ çok deneysel. Bu insanlar ne kadar çok bedel ödemeye hazırlar ve ödemişler de. Şimdi sanıyorlar ki insan haklarına aykırı yasa tasarılarıyla bu insanları baskı altına alabilecekler, korkutabilecekler. Konuyu hiç anlamadılar, anlamıyorlar ve anlamayacaklar.


Serginin en vurucu fotoğrafı ise şuydu. Yahudi Okulu’nda birinci sınıftaki çocuklar. 1937 yılı. Çocuklardan ikisinin Yahudi soykırımından kurtulduğunu biliyoruz. Diğerleriyle ilgili bir bilgi yok. Çocuklara bunlar yapılırken dünya dayanamaz ve orta yerinden çatlar sanıyoruz. Ama çatlamıyor. Seneler sonra roller değişiyor, zulme uğrayan zulmetmeye başlıyor. Dünya yine çatlamaksızın o aheste dönüşüne devam ediyor.

Biraz da kedersiz konulardan da bahsedeyim. Aşağıdaki cihaz bir tuhaf daktilo türü. İşletmeler için daha ucuz ancak daktilocular için daha karışıkmış. İşaretleyiciyi solda ilgili harfe getirip sağdaki düğmeye basılıyormuş. 1924 – 1932 yılları arasında kullanılmış. Canımız klavyelerimizin kıymetlerini bilelim 🙂

Müzeyi gezerken bizden birine de rastladım: Rebia Tevfik. Önce İstanbul’dan Paris’e ardından da 1921’de Paris’ten Berlin’e taşınmış. Paris modasını Doğu’ya özgü parçalarla başarıyla harmanladığı Madame Saadi adlı bir moda evi kurmuş. Ancak küresel ekonomik kriz ve yabancılara uygulanan yüksek gümrük vergileri nedeniyle dükkânını kapatmak zorunda kalmış. Paris’e dönmüş ve orada yeniden başarılı olmuş. 1940’ta Alman işgali başlayınca da İstanbul’a dönmüş. “Paris Cehenneminden Nasıl Kurtuldum?” ve “Avrupa’da Yirmi Senem Nasıl Geçti?” gibi otobiyografik eserler vermiş, Avrupa’daki yaşamını ve karşılaştığı zorlukları anlatmış. Deneyimlerini detaylı bir şekilde işlemiş. Yazımı mutlu en azından mutsuz olmayan bir şekilde bitirmek istemiştim ancak maalesef Rebia Hanım’ın hayatı yoksullukla sonlanmış ve cenazesi komşuları tarafından kaldırılmış. En azından dünya tatlısı köpeğiyle olan pozu belki biraz içimizi açar.🙄

Leave a Reply