Sanat eserine baktığımızda ne olur? Bir tablonun önünde durduğumuzda, bir şiiri okuduğumuzda ya da bir performansa tanıklık ettiğimizde gerçekten ne yaşanır? Pasif bir seyir mi, anlam üretimine katılım mı, yoksa yaratıcı bir sabotaj mı? Sanat bir etkileşim hâlidir. Etkileşimin derecesi ise Eco’ya göre eserin açıklık oranına göre değişir. Bir trafik levhasını tek bir biçimde okurken, bir sanat eseri onu her görenin gözünde başka bir varlığa bürünür.
Mustafa Bey’in üç boyutlu yapboz yazısını okuduğumdan beri ara ara sanata müdahale, maruz kalma ve etki etme kavramlarını düşünüyorum. Genellikle sanat eseriyle olan ilişki onun bizdeki etkileri üzerinden okunur. Peki ya bizim eser üzerindeki etkimiz?
Bir tabloya bakan kişi sadece yorumlayan değil, onu yeniden tamamlayan biridir. Eco’ya göre sanatla ilişki kurmak, onu yorumlamak değil, onunla birlikte yaratmaktır. Mustafa Bey de benzer bir düşünceden yola çıkarak bu fikri bir adım öteye taşıyor ve her defasında yeniden yaratılan üç boyutlu yapbozlar tasarlıyor.
Süreci bu şekilde tanımlıyor: “…her bir parça, öğe ya da bölüm kendi başına bir anlam taşıyacak, ama benzerleriyle bir araya geldiğinde de farklı bağlamlarda daha yeni, başka ve farklı ama doğru ve anlamlı olacak yeni cümlecikler, sözler, sesler ve belki de sessizlikleri ortaya çıkarabilecek, bunların hem yaratıcısı, hem de yaratısı olabilecekti.”
Bu yaklaşımı politik bir duruştan bağımsız düşünmek pek mümkün değil gibi. Sanatta mülkiyet kavramı da epey tartışmalı. Byung-Chul Han’ın Çakma kitabını okuduktan sonra sanattaki özgünlük fikrinin sadece batı düşüncesine ait olduğunu öğrenmek beni çok şaşırttı.
Platon’a göre gerçeklik, idealar dünyasında bulunur; dünyadaki her şey onun kopyasıdır. Kant’ta deha özgünlükle tanımlanır; bir başkasının taklit edemeyeceği şeydir. Çin düşüncesinde bir eserin tekrarı, onun sürekliliği ve dönüşümü anlamına gelir. Örneğin Çinli ressam, başka bir ustanın işini kopyalayarak ondan öğrenir ve kendi yorumunu katar. Bu kopyalama işi kimi zaman içinde bir ironi ya da başkaldırı da barındırabilir.
Byung-Chul Han provokatif sorularıyla bu zamana kanıksadığımız düzen içindeki rahatımızı bozar: Orijinal olanı daha üstün yapan nedir? Ya kopyalamak aslında yaratmanın başka bir biçimiyse?
Umberto Eco, Açık Yapıt adlı eserinde Karakas Üniversitesi’nin Mimarlık Fakültesi’ni örnek verir: “Daha üst bir düzeyde Karakas Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni örnek olarak gösterebiliriz; bu, ‘her gün yeniden yaratılacak okul’ diye ün salmıştır: Burada salonlar devingen panolarla kurulur; öyle ki, profesörler ile öğrenciler incelemekte oldukları mimarlık ya da şehircilik sorunlarına göre, çalışma koşullarını ayarlarlar, yani binanın iç yapısını sürekli olarak değiştirirler.”
Geçen sene Ise Tapınağı‘yla ilgili bir yazı yazmıştım. Bu tapınak yapısını ilginç kılan sürekli yeniden inşa edilmesi. Eski tapınaklar her yirmi yılda bir yıkılarak, komşu bir alanda, belirlenen şartlara uygun olarak yeniden inşa ediliyor. Bu yaklaşım yaşamın döngüselliğine saygıyı, manevi değerlerin tazelenmesini, zanaatkârlık bilgisinin ve kültürel mirasın sürekliliğini sağlıyor. Byung-Chul Han’ın kitabından sonra yeniden inşa sürecini de aynı yerden okumak mümkün.
Tüm bunları beraber düşününce, sanat eserine bakmak ifadesi çok yetersiz kalıyor. Belki biraz dokunmak, dokunulmak, beraber başka bir varlığa dönüşmek…
Leave a Reply