Berksoy, 1930’ların başında Türkiye’de ün kazandıktan sonra Türk hükümetinden burs alarak 1936-1939 yılları arasında Berlin’de Hochschule für Musik’e kaydoluyor. Hızla tanınıyor ve “güçlü bir soprano” ve “azimli bir ruh” olarak tanımlanıyor. 1939 yılında, Richard Strauss’un 75. doğum günü için Berlin’de sahnelenen Ariadne auf Naxos operasında Ariadne rolünü canlandırarak büyük övgü alıyor, ancak II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi nedeniyle Türkiye’ye dönmek zorunda kalıyor. Türkiye’de, Alman aktör ve yönetmen Carl Ebert ile birlikte Türk Devlet Opera ve Balesi ile Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşuna destek veriyor. 1942 yılında savaş henüz bitmemişken Berlin’e gelme cesaretini gösterse de okulu maalesef bitiremiyor.
Berksoy’un okula başvuru formu. Cevapsız bıraktığı bazı sorular şöyle:
Dört kuşaktır aryan mısınız?
Değilseniz, hangi kuşakta bozuldu ve bu kuşak hangi ırka mensuptu?
Berksoy’un sergisi bir yönüyle Nazi gölgesindeki Alman yaşamına da ışık tutuyor.
Berksoy diplomasını almak istese de bitirme sınavına girmediğinden okul bu isteğini kabul etmiyor ve 1970 yılında Berksoy’a bir red mektubu gönderiyor. Koskoca Berksoy Alman bürokrasisini aşamıyor 🙂 Sanırım kimse bu bürokrasi karşısında ayrıcalığa sahip olmadığından bürokrasi hepimizden büyük.
Sergide Berksoy’un filmlerinden parçalar ve ses kayıtları da bulunuyor. Berksoy’u birkaç Türkçe kelime ile anons etmeye çalışan Alman radyo spikerinin kaydı çok tatlı.
Fidelio, Beethoven’ın tek operası, 18. yüzyıl İspanya’sında, Sevilla yakınlarında geçiyor. Leonore, Fidelio adında bir erkek kılığına girerek zalim bir vali tarafından haksız yere hapsedilen eşi Florestan’ı kurtarmak için bir hapishaneye sızar. Cesaret ve sevgiyle vali’nin suçlarını açığa çıkarır ve Florestan’ı kurtararak adaletin sağlanmasını ve herkesin özgürlüğüne kavuşmasını sağlar. Semiha Berksoy, 1952 yılında Ankara Devlet Operası’nda sahnelenen Fidelio prodüksiyonunda Leonore rolünü üstlenmiş. Bu eserinde Leonore’un melek kanatlarını andıran bir pelerinle kocasını kurtardığı ânı betimlemiş. Florestan’ın ellerindeki zincirler artık çiftin ayaklarının dibinde duruyor. Berksoy, bu tabloyu bir çift portre olarak yaratmış ve kendisini Leonore, dostu Nâzım Hikmet’i ise Florestan olarak resmetmiş. Berksoy, Hikmet’i sık sık hapishanede ziyaret etmiş.
Oscar Wilde’ın 1893 tarihli oyunundan uyarlanan Salome operası, 1. yüzyıl Yahudiye’sinde Kral Herod’un sarayında geçer. Prenses Salome, Herod tarafından hapsedilen peygamber Yahya’ya takıntılı bir şekilde bağlanır. Baştan çıkarıcı bir dans sergiledikten sonra, Salome, Yahya’nın başını bir gümüş tepside talep eder ve bu isteği yerine getirilir. Strauss’un müziği, saplantı, güç ve intikam temalarını yoğunlaştırarak bu karanlık ve çarpıcı hikâyeyi işler. Semiha Berksoy, Salome rolünü ilk kez 1957 yılında Ankara Devlet Operası’nda sahnelemiş. Sanatçının 1962 tarihli bu resminde Salome’nin Yahya’nın kesik başını taşırken zafer kazanmış bir duruş sergilediği an resmedilmiş. Salome, tamamen çıplak ve Yahya’nın başından akan kan, ip benzeri bir çizgi hâlinde göğsünden, karnından ve genital bölgesine akıyor. Berksoy’un bu kompozisyonu, operanın arzu, erotizm ve ölüm temalarını yansıtıyormuş.
Ahmet Adnan Saygun, Türkiye’nin ilk büyük operalarından biri olan Özsoy’u, Atatürk’ün isteği üzerine 1934 yılında bestelemiş. Eserde doğumda ayrılan ve sonradan yeniden bir araya gelen ikiz kardeşlerin hikâyesini anlatır. Türk halk geleneklerini Avrupa klasik tarzıyla harmanlayan bu opera, Atatürk’ün, ilerleme ve köklere bağlılık temellerine dayalı modernlik vizyonunu yansıtır. Dönemin yükselen yıldızlarından Berksoy, birliği ve kültürel kimliği simgeleyen Ayşım rolünü üstlenmiş. Berksoy’un bu tabloyu, Cumhuriyet’i simgeleyen ve bir kadın tarafından taşınan Atatürk’e benzeyen bir figürü içerecek şekilde tasvir ettiği düşünülmekteymiş. Resmin yazıyla buluşmasını çok etkileyici buluyorum. Bunun üzerine uzun uzun düşünmek ve yazmak isterim.
Buzdolabı kapağı. Neden olmasın? 🙂
Oedipus Rex operası, eski bir Yunan mitine dayanıyor ve Oedipus’un babasını öldürüp annesiyle evleneceği kehanetini konu alıyor. Bebekken ailesinden ayrılan Oedipus, yetişkinliğinde şehrini bir vebadan kurtarmaya çalışırken kehaneti bilmeden yerine getirir. Gerçek ortaya çıktığında ise büyük bir keder içinde kendini kör eder. Stravinsky’nin çarpıcı müziği, kader, kimlik ve insan acısı temalarını derinleştirir. Berksoy’un Oedipus Rex’te rol aldığına dair bir kayıt bulunmamakla birlikte, bu tabloyu yakın arkadaşı, Cüneyt Gökçer’in bir portresi olarak yaratmış. Gökçer, Ankara Devlet Tiyatrosu’ndaki prodüksiyonunda Oedipus’u canlandırmış. Berksoy, Gökçer’i hem bir bebek olarak, çerçeve dışına uzanan bir göbek bağıyla, hem de kral olarak resmetmiş. Üst kısımda yer alan hayaletimsi iki yüzün, Oedipus’un trajik ebeveynlerini temsil ettiği düşünülmekteymiş. Kordon Berksoy’un birçok resminde karşılaştığımız bir sembol. Bu aralar kafamı nereye çevirsem bu sembolle karşılaşıyorum. Yüzyıllardır doyulamıyor bu metafora 🙂
Sergi beni opera konusunda da çok besledi, bu yüzden de fazlasıyla sevdim. Umarım hakettiği değeri görür. Gezerken hiç Türk’le karşılaşmadık ama Almanların epey etkilendiği fark ettik. Küçük mutluluklar 🙂
Leave a Reply