Amy Sherald, 1973 doğumlu Amerikalı sanatçı. 2018’de Michelle Obama’nın portresini yapmasıyla uluslararası çapta tanınırlık kazandı. Sade ama etkileyici kompozisyonlarıyla saatlerce bakmak isteyeceğiniz portreler yaratıyor. Canlı arka planlar, özenle seçilmiş kıyafetler ve modellerin doğrudan bakışı izleyiciye âdeta görsel bir şölen sunuyor. Portrelerinin merkezinde siyahi bireyler yer alsa da, tenlerini gri tonlarda resmederek ırksal stereotipleri bilinçli biçimde reddediyor.
Sherald, eserlerinde siyahilerin gündelik yaşamını konu edinirken onları kendinden emin, dimdik duran figürler olarak resmediyor. Bu figürler, Amerikan kültürüyle iç içe geçmiş bir şekilde sunuluyor. Böylece sanatçı, bu birliktelik üzerinden kimi zaman çarpıcı tezatları görünür kılıyor. Örneğin A God Blessed Land (Empire of Dirt) adlı eserinde, açık gökyüzü önünde yeşil bir traktöre yaslanmış siyahi bir adam görüyoruz. Bu sahne, siyah Amerikalıların tarih boyunca dışlandığı tarım alanında onların varlığını yeniden kuruyor. Adamın bir makine parçası üzerinde durması, aynı zamanda kölelik tarihine gönderme yapıyor. Figürlerin doğrudan bakışları ve kendinden emin duruşları, izleyiciyi yalnızca bir portreye değil, tarihin yeniden düşünülmesi gereken bir sahnesine bakmaya davet ediyor.
Sherald’ın tabloları dramatik sahnelerden uzak, göze hoş gelen manzaralar sunuyor ama aynı zamanda çok şey söylüyor. İşte bu nedenle onun sanatına ‘sessiz aktivizm’ deniyor. Bağırmadan, bakış açısını değiştirerek farkındalık yaratmayı, izleyiciyi duygusal düzeyde etkileyerek düşünmeye zorlamayı amaçlıyor. Provokasyondan çok empatiyi ön plana çıkarıyor. Sherald’ın figürleri bir eylem içinde değiller, ancak orada, o sahnede olmaları bile tarih boyunca yok sayılmış bir temsilin kendisi oluyor.
Ne yalan söyleyeyim, mücadelenin bu sessiz biçimi iyi geliyor insana. Bazen o kadar çok bağırılıyor ki, insan mücadele etmekten değil, duymaktan yoruluyor. Her şey çok gürültülü artık. Mücadele olmasa da gürültüsü var, insanlar büyük harflerle konuşuyor, her şeyi sloganlarla duyurmak istiyor. Bizim gibi, ses çıkarmanın suç sayıldığı coğrafyalarda bunu küçümsemem elbette mümkün değil. Daha çok ses çıkmalı, daha çok gürültü olmalı. Ama bazen sığınılacak sessiz mücadele alanlarına da ihtiyaç duyuyor insan. Kendi iç sesimizle buluşabilmek, kakofoni arasında kaybolan sesleri, bakışları ve düşünme biçimlerini fark edebilmek için…
Bu noktada edebiyattaki sessiz aktivizmi düşünüyorum. Konuyu ırksal ayrımcılıktan açınca Toni Morrison’u anmamak mümkün değil. Anlatım biçimi ne kadar güçlü ve farklı olsa da, Morrison bana pek sessiz gelmiyor. Zaten edebiyat, başlı başına sessiz bir alan. Belki de bu yüzden sınırları çizmek daha zor. Aklıma gelen ilk yazarlar Heinrich Böll, Sevim Burak ve Han Kang. Elbette düşündükçe başka isimler de eklenecektir ama bu üçlünün öne çıkması şaşırtıcı değil.
Küçücük meselelerden dev metinler çıkarmaya meyilliyiz. Ama bu yazarlar tam tersine kocaman meseleleri öyle ufaltarak anlatıyorlar ki… Bu ufaltma sonsuz bir damıtma becerisini gerektiriyor tabii. Ufalttıkları meseleler, kimliğimiz ve belleğimizdeki özü çekerek yeniden büyüyor. Doğrudan anlatsalardı içimizde o kadar yer bulamazlardı. Eğilip bükülür kırılır ya da aşınırlardı. Büyü tam da burada saklı sanırım.
Amy Sherald’ın tabloları ya da Sevim Burak’ın parçalı metinleri bu anlamda benzer bir yerden sesleniyor bize. Biri görsel estetik üzerinden, diğeri dilin yapısını parçalayarak egemen bakışı kırıyor. Sessizlik yetkin ellerde aslında ne kadar etkili bir strateji. Sızıyor ve yerleşiyor…
Leave a Reply