02.02.2025, 06:58, Berlin
Blogu düzenli takip edenler, film izlemekten pek hoşlanmadığımı bilirler. Ancak son zamanlarda, özellikle felsefi filmler ilgimi çekmeye başladı. Yakın dönemde Tarkovsky’nin Solaris ve Stalker filmlerini izledim ve bayıldım. Her ikisi de kitap uyarlaması. İlginçtir ki Solaris’in yazarı Stanisław Lem, kitabının hiçbir uyarlamasından hoşlanmadığını dile getirmiş. Tarkovsky ile ilgili yaptığı tespitler de muazzam ve bence haklı tespitler. Bir sanat eserinin her uyarlanışının farklı eserler olduğunu unutmamak lazım sanırım. Bir kitapta filmi aramak ya da bir bir filmde kitabı aramak kişiyi tatminsizlikten farklı bir yere götürmüyor. Kitapları henüz okumadım ama bu iki filme de hayran kaldım.
Tarkovsky sinemasına derinlemesine dalmak, filmlerini karşılaştırmak, benzer motifleri keşfetmek ve yönetmenin sinemasal alışkanlıklarını fark etmek başlı başına bir keyifti. Stalker’ın senaryosunu da buldum ve her bir cümlesi üzerine uzun uzun düşünmek istiyorum. Her iki filmde de yoğun şekilde hissedilen dinsel referanslar bana biraz fazla gelse de, Tarkovsky’nin varoluşsal sancılarımızı böylesine yalın ve etkileyici izlekler üzerinden anlatabilme gücü beni derinden etkiledi.
Şimdi, benim gibi eğer kırk altı yıllık bu filmi henüz izlemeyenler varsa, buradan sonrası spoiler içeriyor.
Stalker’ın merkezinde, girişe kapalı bir alan bulunuyor. Büyük zorlukları aşarak bu alanın merkezindeki odaya ulaşırsanız oda size en çok istediğiniz şeyi veriyor. Daha filmin en başında o odaya girmek istemeyeceğimden emindim. Zaten ilerleyen sahnelerde ortaya çıkıyor ki, oda yalnızca dile getirdiğiniz arzularınızı değil, kalbinizin en derininde saklı, belki kendinizden bile gizlediğiniz isteklerinizi yerine getiriyor. İşte burada ürpertici bir gerçek devreye giriyor: Kendimizi iyi biri olmaya eğitebiliriz, fakat içimizin karanlık köşelerinde neler barındığını gerçekten biliyor muyuz?
Filmde, iz takipçisinin hocası bu odaya ulaşmak için kardeşini feda etmiş ve içeri girdiğinde kardeşinin dirilmesini dilemiş. Ancak oda, onun asıl arzusunu yerine getirmiş. Çok zengin olmuş. Kendi içindeki kötülükle yüzleşmenin ağırlığını kaldıramamış ve bir hafta sonra intihar etmiş.
Biz, ahlaklı ve iyi olduğuna inanan insanlar, dilimizi ve düşüncelerimizi eğitmeyi başarabildik belki. Peki ya kalbimiz? En derinimizde saklı olanla yüzleşmeye hazır mıyız? Kaçımız bu odaya girme cesaretine sahip olurduk? Öykülerimden birinde karakterlerden biri ötekine “Sen iyi bir insan mısın,” diye sorar. Öteki yanıtlar, “Ne bileyim abi. Oluyordur hatalarımız, yanlışlarımız. İyi olmayı istemekle iyi olmak aynı şey mi?” Soruyu soran “İnsan iyiliğinden şüphe ediyorsa, iyidir,” der ve inanır ona. Bu denklem insan ilişkilerimizde çalışıyor olabilir ancak evrensel ölçekte içimizdeki karanlıkla baş başayız.
Leave a Reply