The Clock

Zamanı seyretmek ister miydiniz? Soru hem felsefe hem de bir paradoks barındırıyor. Ancak zamanı olmasa bile zamanın temsilini izlemek mümkün. Christian Marclay’in The Clock isimli çalışmasından bahsediyorum.

2010’da Londra’daki prömiyerinden ve 2011’de 54. Venedik Bienali’nde Altın Aslan’ı kazanmasından bu yana, dünya çapında büyük ilgi gören ve New York’taki MoMA, Londra’daki Tate, Yokohama, Paris’teki Centre Pompidou ve Sydney’deki MCA gibi önemli müzelerde sergilenen çalışma şimdi Berlin’de. Kısa bir gösterim süresi var. Umarım kaçırmam.

The Clock, içinde saatlerin veya zaman göstergelerinin yer aldığı sinema ve televizyon tarihinden binlerce anın bir araya getirilmesiyle oluşmuş bir kolaj. Christian Marclay yıllar süren titiz araştırma ve montaj çalışmasının ardından bu parçaları kesintisiz bir 24 saatlik film deneyimine dönüştürmüş. Ortaya çıkan şey, sinema tarihinde bir görsel-işitsel yolculuk… Aynı zamanda çalışan bir saat. Enstalasyon Berlin’in yerel saatiyle tam senkronize, bu sayede film zamanı ile gerçek zaman arasındaki sınırı eritiyor. Belirli hafta sonu akşamlarında filmin 24 saatlik versiyonunu izleme şansınız olsa da, genellikle sabahtan akşama izleyebiliyorsunuz.

Fikir sizi de benim kadar heyecanlandırdı mı? 24 saat boyunca ekranda çeşitli saatleri izleyebilir miydiniz? Denemeden bir şey demesi zor. Marclay’in diğer eserlerinde de kolaj yapısı ön plana çıkıyor. Bütünü parçalayıp bizlere farklı bir gerçeklik olarak sunuyor.

Zamanı seyretmek paradoksal çünkü zaman dediğimiz şey aslında akış. Elimize alamadığımız, durduramadığımız, geri saramadığımız bir şeyin kopyasını izlemek… Bir nevi gölgenin gölgesine bakmak gibi. Zamanı ne kadar fark etmeye çalışırsak, o kadar öznelleşiyor. İzledikçe uzuyor, düşündükçe ağırlaşıyor.

Bir yanıyla da ortaya çıkan iş modern insanın da temsili gibi. Konsantrasyon kaybımız ve yitirdiğimiz süreklilik duygumuz ile bizler de sürekli kaldığımız yeri bulmaya çalışıyoruz. Bugün zamanla ilişkimizi en çok bozan şey belki de ekranlar. Sürekli bildirimlerle kesilen dikkat, hiçbir şeyin derinleşmesine izin vermiyor. 24 saatlik bu film, aslında günümüzün 24 saatlik ekran akışına çok benziyor. Sürekli kesilen, sürekli değişen, sürekli başka bir yere sıçrayan bir deneyim. Zamanın kendisi değil, zamanın kırıntıları… Belki de bu yüzden izleyici kendini tuhaf bir şekilde evinde hissediyor.

Kurmaca açısından da oldukça tuhaf. Birleşik bir olay örgüsü yok, zaman bambaşka sahneler ve hikâyeler üzerinden ilerliyor, izleyici ne kadar dayanacağı belirsiz olsa da en azından bir süreliğine kendini kaptırıyor. Proust’un anlatısına da benziyor sanki biraz. Zamanı izlemek aynı zamanda bilincimizle de yüzleşmek mi demek? Çünkü insan zamanı en çok, kendini en çok duyduğu anlarda fark ediyor. Sıkıldığında, beklediğinde, kaygılandığında… The Clock, sanırım izleyiciyi bir süre sonra kendi zihniyle baş başa bırakıyor. Film akıyor, saat ilerliyor, ama içimizde de ayrı bir saat daha çalışıyor. Marclay’ın çalışması aslında dışarıdaki zamanı gösterirken içerideki zamanı tetikliyor.

Peki zamanı izlemenin kendisi bir tür zaman kaybı mıdır? Son hazırladığım ve paylaştığım bültene ithafen elimizde telefonlarımız olduğu sürece zaman kaybı üzerine pek konuşmamak en iyisi 🙂 Ürün yerleştirmemi de yapayım, henüz bültene üye olmadıysanız buradan olabilirsiniz.