Hakan Günday’ın Tutunamayanlar’a getirdiği tutunmayan ve tutunamayan ayrımı beni çok etkilemişti. Turgut’u tutunamayan, Selim’i ise tutunmayan olarak tanımlıyordu. Bu ayrımı ilk duyduğum günden beri her vazgeçiş hâlini bu iki eksen üzerinden düşünmeye başladım. Çünkü bu bakış, kaybın ya da geri çekilmenin sadece edilgen bir kader değil, bazen de bilinçli bir yöneliş olabileceğini fark ettirdi bana. O zamandan beri yalnızca edebi karakterleri değil, kendimi de bu ikilik üzerinden okuyorum. Hayatta tuttuğum, tutunamadığım ya da tutunmamayı seçtiğim her şey biraz daha anlamlı geliyor artık.
Uyuyan Adam da bir tutunmayan. Ama Selim’inki gibi tantanalı bir geri çekiliş değil onunki; sessiz, sakin, görünmez bir siliniş. Eylemsizliği ve suskunluğuyla, adım adım kendi varlığını ortadan kaldırmak isteyen bir figür. Ne bir mektup bırakıyor geride, ne bir arkadaş, ne de bir anlatı. Sessizce çekiliyor merkezin dışına. Yalnızca hayattan değil, insanlığın ortak ritminden, beklentilerinden, takviminden de. Perec’in karakteri bir cümle gibi değil, bir boşluk gibi kuruluyor. Belki de bu yüzden bana daha sahici geliyor. Çünkü bazı yok oluşlar bir çığlıkla değil, sessizce olur.
Simülasyon bizi unutursa, belki de kaynak koddan siliniriz sonsuza dek. Belki de asıl kurtuluş bir hata olarak yaratılmış varlığın sistemden sessizce silinmesidir. Ne iz bırakan ne de çöküşe neden olan bir çıkış. Kimsenin fark etmediği bir kayboluş. Dijital bir gölgenin yavaşça silinmesi gibi. Uyuyan Adam’ın arzusu da bu: görünmezliğe değil, unutulmaya varmak.
Sartre, “İnsan özgürlüğe mahkûmdur,” der. Çünkü eylemsizlik bile bir seçimdir. Her vazgeçişin bir sorumluluğu vardır. Uyuyan Adam da bu sorumluluktan kaçmaz; tam tersine, seçmemeyi, seçmenin ağırlığını üstlenir. Varlığı inkâr etmek için değil, var olmayı fazla bulduğu için susar. Onun özgürlüğü, eylemde değil eylemsizliktedir.
Romanın ikinci tekil şahısla yazılması genellikle yabancılaşma ve eylemleri sahiplenememe hâliyle ilişkilendirilir. Oysa ben bu anlatım biçimini daha çok kapsayıcı buluyorum. Okuyucuyu metnin içine çeken, onunla birlikte hareket eden bir üslup bu. Erdal Öz’ün Yaralısın’da yaptığı gibi, kişisel olanı kolektif bir deneyime dönüştürüyor. En azından ben bu sesi hep bu niyetle kullanıyor ve okuyorum. Uyuyan Adam’ın bir adı yok, geçmişi ya da geleceği yok. Diyalog yok, temas yok. Sadece şimdideyiz. Ve o tekillik hâli içinde çoğuluz aslında, hepimiziz.
Geçtiğimiz haftalarda Mallorca’daki Cuevas del Drach Mağaraları’nı ziyaret ettim. Bu mağaralar, milyonlarca yıl boyunca yer altı sularının kireç taşını eritmesiyle oluşan sarkıt ve dikitlerle dolu. Zamanın tadı yok, kokusu yok, rengi yok. Ama dokunuşu var. Ve bu dokunuşun izi, bazen ancak milyonlarca yıl sonra belirginleşiyor. Zaman çok sabırlı. Biz fark etmesek de içimize işliyor, bizi değiştiriyor. Her birimizde bir izi var onun. Yok olduğumuzda bile onun hafızasında bir tortu kalacak bizden.
Ama Uyuyan Adam bu süreci tersine çevirmek istiyor. Bir evrim değil, bir geriye evrim izliyoruz. Varlığın açılımından değil, kapanışından söz ediyor. Sanki milyonlarca yıl geçecek önce ilkel insana, sonra ilk organik moleküle, en sonunda da cansızlığa dönüşecek. Uyuyan Adam, döngüyü başa sarmak istiyor. Bilince değil, boşluğa varmak.
Uyuyan Adam, şiirselliğiyle ve vurucu tespitleriyle etkileyici bir roman. Bana varlığın gürültüsünü değil, boşluğun müziğini dinletti.
Leave a Reply