Nobel ödüllü Han Kang’ın Vejetaryen kitabını Göksel Türközü çevirisiyle okudum. Han Kang’ın diğer kitaplarını da mutlaka okuyacağım. Kitap, birbirini tamamlayan üç bölümden oluşuyor. Yazar bir roman olarak değerlendiriyor, ancak her bölüm kendi içinde bağımsız bir öykü gibi de okunabilir. İlhamını yazarın bir kadının balkonunda bitkiye dönüşmesini ve bir saksıya ekilmesini anlatan başka bir öyküsünden alıyor. Bu bağlamda kitap farklı açılardan ele alınabilecek Kafkaesk bir dönüşüm hikâyesi olarak da değerlendirilebilir.
Vejetaryen, etkileyici atmosferi ve sade diliyle ince bir kitap olmasına rağmen, derin bir iz bırakıyor. Yonğhe’nin gördüğü bir rüyayla vejetaryen (aslında vegan) olmaya karar vermesi, çevresindeki herkesin huzurunu kaçıran bir başkaldırıya dönüşüyor. Yonğhe’nin bakış açısından okuduğumuz bir bölüm yok. Ancak birinci bölümde rüyasını araya girerek bize kendi anlatıyor. Bu rüya sahneleri oldukça etkileyici. Anlatım tercihi bizi karakterin zihnini anlamak için çaba göstermeye ve isyanını kendi içimizde çözümlemeye zorluyor.
Kore’nin şiddet dolu, kanlı bir tarihi var. Kitabın alt metninde bu şiddet bizim de üzerimize sıçrıyor. Babanın şavaş gazisi geçmişi ve şiddete düşkünlüğü, kocanın zorla seviştiği kadını tepkisiz bir savaş esirine benzetmesi, toplumdaki hiyerarşinin önemi, kadına yüklenen sorumluluklar, bedenimizle ilişkimiz, hayvanlarla ilişkimiz… Bunların hiçbiri açıkça anlatılmadan, atmosferi ve karakterleri besleyen öğeler olarak kullanılıyor.
Kendini ortalama biri olarak gören kocasının gözünden Yonğhe’nin hiçbir cazibesi olmadığı ve uysal olduğu için eş olarak tercih edildiğini, kocasının ondan neler beklediğini görüyoruz. Yonğhe’nin tek ‘aşırılığı’ kocasının tüm ısrarına karşın sutyen takmayı reddetmesi. Onun dışında son derece ‘normal’ olan bu kadının vejetaryen olmaya karar verince ‘normallik’ sınırından yavaşça uzaklaşmasını ve marjinalleşmesini okuyoruz. Bununla baş edemeyen kocası çareyi karısının ailesini haberdar etmekte buluyor. Konuştuğu herkes müşterisine hatalı mal satmış bir dükkân sahibi gibi ondan özür diliyor ve bu hatayı telafi etmeye çalışıyor. Şiddetin ve baskının dozu giderek artıyor. Kimse anlamaya ya da yardım etmeye çalışmıyor, düzeltmeye uğraşıyor.
İkinci bölümde ise eniştesinin Yonğhe’ye duyduğu sapkın arzu, hem karakterin hem de okurun sınırlarını zorluyor. Şehvetini sanat adı altında temize çıkarma çabası, belki de Yonğhe’nin toplumsal normlardan daha da uzaklaşmasına yol açıyor. Bu bölüm, sadece Yonğhe’nin değil, etrafındaki diğer karakterlerin kırılganlıklarını da gözler önüne seriyor.
Son bölüm ise abla Inhe’nin gözünden. Ablanın kardeşinden vazgeçmeyişini çok etkileyici buldum. Abla ve kardeşin çocukluğuna inerek aslında Yonğhe’nin eskiden beri uyum sağlamakta zorlandığını fakat baskılarla yola getirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Inhe, toplumun beklentilerini yerine getirmiş ve sistemin başarılı bir üyesi olmuş gibi görünse de onun da derin bir yorgunluk ve mutsuzluk içinde olduğunu anlıyoruz. Kardeşinin hayattan elini eteğini çekme cesaretine içten içe özeniyor. Bu bölüm bana Turgut ve Selim ikiliğine çok benzer geldi. Yine bu bölümdeki hastane sahneleri çok etkileyici ve rahatsız ediciydi.
Yazarın bir röportajında dediği üzere “Bizim yaşıyor olduğumuz gerçeği, bir şeylere zarar verdiğimizin kanıtı.” İnsan olmak tam da böyle bir şey. En masum hâliyle kalabalığın içinde ittire kaktıra var olmaya çalışmak. İnsanlık suçlarını denkleme bile sokmuyorum. Peki toplumdan tamamen sıyrılmamız mümkün mü? Bu konunun hep mutsuz sonlarını okuduk sanırım, mutlu bir versiyon gelmiyor aklıma. Yoksa dönüşümlerin hepsi birer yok oluş mu? Siz ne dersiniz? Böyle mutlu bir son var mı?
Leave a Reply