Yeninin peşinde, yabancılaşmanın kıyısında: Edebiyat-ı Cedide

Edebiyat-ı Cedide’nin başlangıcı neredeyse bir şiir kazasıyla olmuş: 1896’da Hasan Asaf’ın, Malumat dergisinde yayımlanan Burhan-ı Kudret şiirindeki bir beyit edebiyatımızda yeni bir dönem başlatmış:

“Zerre-i nurundan iken muktebes

Mihr ü mehe bakmak abes”

Bu dizelerdeki “abes” ve “muktebes” kelimeleri bir tartışmanın fitilini ateşlemiş. Çünkü biri “peltek s” (ث), diğeri ise “sin” (س) harfiyle bitiyor. Yani yazılışları farklı, sesleri aynı. Gelenekçilere göre; kafiye göz için, harfler aynı değilse bu bir kafiye olamaz. Hasan Asaf ise, Recaizade Mahmut Ekrem’i örnek göstererek şiirin kulak için olduğunu savunuyor. Bu söylem, sadece bir şiir tartışması değil, bir zihniyet değişiminin de ilanı oluyor. Yazılış değil, işitiliş de önemli artık. Edebiyatımız için küçük ama sembolik bir devrim.

Ne var ki, Edebiyat-ı Cedide bir çelişkiler yumağı. “Cedid” kelimesi “yeni” anlamına geliyor, eskiye, yani Divan edebiyatına karşı duruyor. Ama bu yenilik dilde bir karmaşaya dönüşüyor. Tanzimat’la birlikte başlayan sadeleşme süreci adeta tersine döndürülüyor. Konuşma dili ile yazı dili arasındaki fark açılıyor. Arapça ve Farsça’dan bile türemeyen sözcükler uyduruluyor. Yenilik adı altında bir tür yapaylık, dışlayıcı bir gösteri dili doğuyor.

Edebiyat-ı Cedide şiirinde, Batı’dan alınan sembolizmle parnasizm arasında bile bir uyumsuzluk var bana göre. Parnasizm nesnelliği ve duyguya mesafeyi savunurken, sembolizm sadece bireyin duygusuyla ilgili. Bir yanda bireysellik, simgesellik, diğer yanda biçimsel kaygılar ve sanat için sanat anlayışı… Edebiyatımızda neredeyse her kuşak yeniyi sahipleniyor: Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati, Yeni Lisan… Herkese yetecek kadar yeni var mı? Yoksa her şey yeni olurken anlamları mı yitiriyoruz? Yeni Lisan hareketi, bir anlamda Edebiyat-ı Cedide’ye karşı bir reaksiyon. Ömer Seyfettin’in başını çektiği bu hareket, dilde sadeleşmeyi ve millileşmeyi savunuyor. Bir başka yeni daha… Bu yenileşmeler gerçekten içselleştirilmiş birer dönüşüm mü, yoksa batıya bakacağız derken doğuya daha çok gömülen bir yabancılaşma hâli mi? Doğu neresi, Batı neresi? Daha çok doğu, daha çok batı mümkün mü?

Edebiyat-ı Cedide döneminde şiirler düz yazıya yakınsıyor. Cümle bazen bir dizenin ortasında başlıyor, başka bir dizenin ortasında bitiyor. Buna anjambman deniyor. Anlam kayıyor, dizeler içinde hareket ediyor. Şiir, konuşur gibi; düşünür gibi yazılıyor. Bana kalırsa bu gerçek bir yenilik. Aynı zamanda şiiri anlamlı ve kusursuz olmaktan çıkarıp yeni boyutlar katıyor.

Edebiyat-ı Cedide yazarlarının ruh hâli de dönemimizin aynası gibi: İstanbul’dan sıkılmışlar, ülkeden bunalmışlar. Yeni Zelanda’ya gitmek istiyorlar. Olmazsa Manisa’da bir köşk yaptırıp izole bir hayat kurmak hayalindeler. Bugünün gençleri de böyle değil mi? Onların dönemi de sansürcü ve baskıcı. Ne garip yüzyıl geçiyor ama aynı sıkışma hissi, aynı arayış, aynı yılgınlık hâlâ baki. Edebiyat-ı Cedideciler halkı cahil ve ilgisiz, bürokrasiyi kurnaz ve çıkarcı, yönetimi baskıcı ve ilgisiz buluyor. Toplumdan uzaklaşıp onu yok sayıp sadece güzellik peşinde koşmak istiyorlar. Sanatla toplumu eğitmek gibi bir dertleri yok. Güzeli yaratmak yeterli. Hâlbuki bilseler toplum düzelmeden Yeni Zelanda’da da, Manisa’da bir köşkte de, Almanya’da da olsan bir faydası yok. Kolektifin yükü üzerlerinden eksilmeyecek.

Şiir kısmında eleştirilseler de, romanda yenilikçi karşılanıyorlar. Belki de romanı hiçbir zaman içselleştiremediğimiz için bu türde yeniliklere daha açığız. Servet-i Fünun romanı, toplumdan bireye yönelen yapısıyla, Batı’daki gelişmelere ayak uyduruyordu. Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i edebiyatımızın ilk tutunamayanı sayılıyor. Bu hiç şaşırtıcı değil. Çünkü Edebiyat-ı Cedide yazarlarının çoğu içten içe birer tutunamayan. Bu duygu bugün hâlâ çok evrensel, tutunamayanların sayısı her yerde artıyor. Eşitsizlikler, göçler, aidiyet kayıpları, yabancılaşma… Ama bizim coğrafyamızda bu tutunamama hâli neredeyse kronikleşti. Artık kimse tam anlamıyla tutunamıyor.

Bu dönem bana akımların doğasını da düşündürdü. Servet-i Fünun dergisi etrafında birleşen bu grup, zamanla bir akıma dönüştü. Bugün bu mümkün mü? Sanki 90’larda bitti bu kalabalıklara yayılan akım meselesi. Artık her koyun kendi bacağından asılıyor. Evet, Servet-i Fünun içinde de farklı görüşler vardı ama ortak bir zemin kurulabiliyordu. Bugün ortak zeminler yok. İktidar artık dikey değil, yatay; panoptikon yerini omnioptikona bıraktı. Herkes herkesi izliyor. Hepimiz kendi küçük krallıklarımızdayız. Dinlemiyoruz. Sadece konuşuyoruz. Hep konuşuyoruz. Ama bu bir kakafoni. Belki de bu yüzden sesimiz hiç kimseye ulaşmıyor.

Oya Baydar bir söyleşisinde, eleştirel bir tonda dile getirmişti: “Yüce çıkarlar için susmak…” Bu tür bir suskunluğun erdem sayılabileceğine inanmıyorum. Ama bunca gürültüde, her kafadan çıkan sesin hakikate varacağına (eğer hâlâ bir hakikat varsa) da pek emin değilim. Belki de yeninin gerçekten yeni olabilmesi için önce susmayı değil, dinlemeyi öğrenmeliyiz. Susmak pasif, dinlemek ise aktif bir eylemdir. Fildişi kulelerimizden inip birbirimize dokunabileceğimiz ortak zeminler için yeni taşlar döşemeliyiz.



Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *