Aslında bu işe girişirken felsefenin beni bu kadar dağıtacağını ve zihnimi bu denli meşgul edeceğini tahmin etmemiştim. Niyetim, ilgimi çeken birkaç konuyla ilgili araştırma yaparken edindiğim bilgileri derleyen bir yazı yazmaktı. Ama felsefenin de Borges’in Babil Kitaplığı gibi olduğunu unutmuşum. Bir konuyu tüm yönleriyle, sistematik biçimde öğrenmek, özellikle kendi başınaysan ve yol gösteren bir akıl hocan yoksa, pek mümkün değil. Bir ipin ucunu tutuyorsun, ama o ip bir yumaklar yığınına bağlanmış, nereye çıktığı belli değil. Hatta bir çıkış olup olmadığı bile meçhul. Konular arasında savrulurken bir yerde derinleşmek de kolay olmuyor. Yüzeyde kalıyorsun. Yüzeyde kalınca da her okuduğuna hak verme ya da yanlış anlama riski artıyor. İşte tüm bu karmaşa da bu yazıyı yazma sürecimi epeyce geciktirdi.
Bu belirsizliği ve dağınıklığı kabullenerek, birazdan paylaşacaklarımın tamamen kendi yorumlarımdan, düşünme tarzımdan, hatta kendi küçük felsefemden, ibaret olduğunu bilerek bu yazıyı yazmaya karar verdim. Sonuçta burası benim alanım ve kimse buraya gerçek felsefe öğrenmek için gelmiyor. Kurduğum bağlantıları, sorgulama biçimimi merak edenler için (bu kümeye ben de dâhilim) yazıyorum. Hatta “Dünya düzdür,” desem bile başım ağrımaz. Evet, çıtayı yeterince düşürdüysem yazıma geçiyorum.
Bu yazı serisini (Zihin ve Bilinç) hazırlarken, Platon’un Mağara Alegorisi ve Merleau-Ponty’nin algı kuramı üzerinden bilincin felsefi boyutlarını keşfetmeyi amaçlamıştım. Aylarca araştırmama rağmen beni yazmaya iten bir tetikleyici bulamadım. Ta ki José Saramago’nun Körlük romanını okuyana kadar. Hayatım boyunca beni bu kadar derinden sarsan, empatiye ve ahlaki sorgulamalara zorlayan bir metin daha okuduğumu hatırlamıyorum. Kitabın sembolik okumaları fazlasıyla yapılmış ama beni asıl ilgilendiren, insan olmanın koşulları ve sınırları. Bu bağlamda Mağara Alegorisi’nin çok yerinde bir çerçeve sunduğunu düşündüm. Körlük romanındaki değişen dünya algısını da Merleau-Ponty’nin algı kuramıyla birlikte okumak bana mantıklı geldi. (Bu okumayı gereksiz bulanlar için bkz: ikinci paragraf.)
Bu kitap insana öyle çok soru sorduruyor ki… Benim aklımda kalan ve beni en çok düşündürenler ise şunlar:
İnsan olmanın sınırı neresidir? Bir parça ekmek için neleri gözden çıkarabiliriz? İnsanlık dediğimiz şey ne kadar dayanıklıdır, ne kadar koşullara bağlıdır? Körlük, modern bireyin doğasına dair belki de en çarpıcı felsefi yüzleşmelerden birini sunuyor. Neden bu kadar ısrarla yaşamak isteriz? Geri kalan her şey bu içgüdünün etrafında kümelenmiş ve ona dokunamayan detaylar mıdır yalnızca? Spinoza, “Tüm varlıklar kendi varoluşlarını sürdürme yönünde içsel bir eğilime sahiptir,” der. Camus ise, “Hayatın anlamı olmasa bile, ona direnmek bir başkaldırıdır,” diyerek varoluşsal isyanın altını çizer. Saramago’nun romanında karakterler ne kadar düşerse düşsün, yaşamaktan vazgeçmez. Çünkü yaşam, anlamsız bile olsa, devam etmek zorunda hissedilen bir deneyimdir. Körlük ölümü çağırmaz, aksine karanlığın içinde bile hayatta kalma arzusunu doğurur. Her şey çökerken bile yaşamı tutmaya çalışmak. Romanı okurken sık sık kendime şu soruları sordum: Pes edip intiharı seçmek gerçekten bu kadar zor mu? Ya da ilk tecavüz anında, makası adama saplamak yerine, insan sadece yaşamak için bu kadar planlı davranabilir mi? Önceki yazılarımda da değinmiştim: İnsan olmanın hem ödülü hem laneti, uyum sağlayabilme yeteneğimizdir. Yaşama ısrarı, karanlıkta bile bir umut kıvılcımı aramak, anlamı sorgulanabilir olsa da hayata tutunma biçimidir.
Peki insanlar, sistematik kontrol, hukuk, gözlem ve cezalandırma mekanizmaları ortadan kalktığında insanlıklarını koruyabilir mi? Burada insanlık derken ahlaki değerlerimizi kastediyorum ama zaten insanlık kavramının kendisi başlı başına bir tartışma konusu. Fransız düşünür Jean Baudrillard şöyle der: “Toplum, bir anlamda ahlakın simülasyonudur. Herkes iyiymiş gibi yapar.” Gerçekten de sistem ortadan kalktığında, değer yargılarımızın ne kadarını hatırlıyoruz? Ne kadarını uyguluyoruz? Ahlak, çoğu zaman yalnızca bir rol. Sistem çöktüğünde, bu rol de boşluğa düşüyor. Vicdan, sanki yalnızca sistem çağırdığında konuşuyor.Körlük romanı tam anlamıyla bu düşünceyi test eden bir laboratuvar gibi işliyor. Paylaşım yerini yağmaya, dayanışma şiddete bırakıyor. Ahlaki değerler askıya alınıyor. İyi vatandaş, iyi insan, medeni birey gibi roller, aslında sistemin sürdürülebilirliği için işlevsel maskeler. Sistem bozulduğunda bu maskelerin bir anlamı kalmıyor. Herkes sahneden iniyor ve geriye yalnızca çıplak insan kalıyor. Saramago’nun kör kahramanları, sistem çöktüğünde özgürleşmiyor, aksine savunmasızlaşıyor. İlkel arzuların ve hayatta kalma güdüsünün hüküm sürdüğü bir boşluğa düşüyorlar. Ve onlar da bu yeni gerçekliğe zor da olsa uyum sağlıyorlar. Belki de asıl trajedi burada başlıyor.
Fiziksel bir engelin topluma yayılmasıyla birlikte ortaya çıkan içgüdüsel insanın doğası nedir? Körlük, yalnızca gözlerin kapanması değil, aynı zamanda ahlakın, normların, sorumlulukların ve sınırların da buharlaşmasıdır. Bu noktada Thomas Hobbes’un ünlü deyişiyle karşı karşıya kalırız: “Homo homini lupus” yani “İnsan, insanın kurdudur.” Hobbes’a göre insan doğası gereği bencil, rekabetçi ve saldırgandır. Bu yüzden insanlar, ancak güçlü bir otoritenin yani devletin varlığıyla bir arada, düzen içinde yaşayabilir. Güç, mülk ve hayatta kalma arzusu bireyleri sürekli bir çatışmaya sürükler. Ve bu çatışma ortamında yaşam, yine onun deyimiyle “yalnız, fakir, kötü, vahşi ve kısa” olur. İnsanlar, bu kaotik ortamdan kurtulmak için özgürlüklerinin bir kısmını devlete devreder, böylece barış ve düzen mümkün hale gelir. Belki de gerçek doğamız, sadece uygun şartları bekleyen uykudaki bir virüstür, krizle birlikte aktifleşen bir karanlık. Burada Hannah Arendt’in kötülüğün sıradanlığı kavramı da bu tartışmanın içine sızar. Arendt, Adolf Eichmann’ın yargılanmasını izlerken onun bir canavar değil, sadece düşünmeyen bir bürokrat olduğunu söyler. Eichmann, yaptığı korkunç eylemleri bir nefretle değil, sanki işini düzgün yapmak isteyen biri gibi, sorgulamadan ve düşünmeden gerçekleştirmiştir. Arendt’e göre kötülük, büyük, şeytani patlamalardan değil, gündelikliğin içinde, vicdanını askıya almış sıradan insanlardan doğar. Emirleri uygulamak, sistemin gereklerini yerine getirmek, düşünmeyi devre dışı bırakmak… Arendt bireyin, ancak düşünerek ve sorgulayarak kötülüğe karşı durabileceğini söyler. Bu, umut veren bir yaklaşım. Ama itiraf etmeliyim ki ben oyumu hâlâ Hobbes’tan yana kullanıyorum. İnsanın özünde kötü ve bencil olduğuna inanıyorum. Arendt’in yaklaşımı vicdanı okşayıcı, hatta arınmanın mümkün olduğu bir yol sunuyor belki. Ama bana fazla iyimser geliyor. Birkaç sene önce Nevzat Evrim Önal’ın İnsan Bencil mi? kitabını okumuştum. Sorduğu sorular, ele alış biçimi açısından dikkat çekiciydi. Ancak yazarın kendi ideolojisine inanmayan herkesi küçümseyen üslubu beni ciddi biçimde rahatsız etmişti. Kitapta insanın doğasında bencillik olmadığı, bu fikrin sistematik bir algı oyunu olduğu ve kolektif mücadeleyi baltalamak için üretildiği savunuluyordu. O fikirleri inanmak isteyen taraf hâlâ içimde. Ama itiraf etmeliyim ben hâlâ inanamayanlardanım.
Kör olmak, yalnızca görememek midir? Merleau-Ponty’e göre görmemek, kimi zaman ilkelerin ağırlığıyla, bilinçli olmanın bedeliyle ilgilidir. Sanat, özellikle resim ve şiir, dolaysız algının dünyasına geri dönmeye çalışır. Çünkü resim bizi doğrudan yaşanan dünyanın karşısına getirir, şiir de benzer biçimde, görünmeyeni görünür kılar. Görünmez olan, görüneni sessizce tamamlar. Ama ya kişi, gördüğü hâlde görmek istemiyorsa? Bu reddediş bizi ahlaki olarak nereye taşır? Saramago’nun dünyasında, gözleri gören tek kişinin yani doktorun karısının sorumluluğu benzersizdir. Görmek bir ayrıcalık gibi görünür ama aslında bir yüktür. O, dış dünyanın farkındadır, olan biteni görür. Fakat bildiklerini paylaşmakla yükümlü olduğu insanlar, onun görüsüne eşlik edemez. Bu yalnızlık, onu bir yol göstericiye dönüştürmenin yanında sessiz bir tanığa da çevirir. Romanın etik, felsefi ve varoluşsal merkezinde bu karakter yer alır. Görmesine rağmen yönlendirmez. Yargılamaz. Çünkü eski dünyanın kuralları artık geçerli değildir. Vicdan, alışıldık sınırlarını yitirir. Görmenin anlamı dönüşür. O da yeni sisteme ya da sistemsizliğe diğer körler gibi uyum sağlamak zorundadır.
Platon’un mağarasında insanlar, duvara yansıyan gölgeleri gerçek zannederler. Hakikat, mağaranın dışındaki ışıktadır ama bu ışığa ulaşmak zordur, acı verir, göz kamaştırır, hatta düşmanlıkla karşılanır. Oysa Saramago’nun Körlük dünyasında insanlar, gerçekliklerini kaybederler, sadece gölgeleri değil, ışığı da yitirirler. Ve bu yokluk içinde, kendi karanlıklarında yeni bir gerçeklik kurmak zorunda kalırlar. Platon’da ışık hakikatin simgesiyken, Saramago’da karanlık bir tür aydınlanmadır. Ancak bu aydınlanma ne kadar aydınlıktır tartışmalıdır. Mağaradakiler, ışığı görene düşmandır, onun anlattıklarını inkâr eder, onu dışlarlar. Körlükte de doktorun karısı benzer bir figürdür. Görebilen tek kişi olarak, hem bir tehdit, hem de zaman zaman bir kurtarıcıdır. Hakikati taşıyan kişi, her zaman kabul görmez, çünkü hakikat, rahatlığı bozar.
Merleau-Ponty’ye göre algı, zihnin bir temsili değil, bedensel dünyayla ilişkilidir. Görmek yalnızca gözün işlevi değildir, bir bedensel yönelmedir. İnsan, dünyayı yalnızca gördüğü için anlamaz, gördüğünü anlamlandırdığı için görür. Körlükte bu ilişki bozulur. Gözler görmese de, algı sürer. Dokunma, koklama, işitme, yön duygusu gibi başka yollarla gerçeklik yeniden kurulur. Merleau-Ponty, modern dünyanın görmeye fazla değer verdiğini ve bunun yanıltıcı olabileceğini söyler. Körlük sanki biraz da bu iddiayı test eder. Merleau-Ponty’e göre masayı tanımladığımızda onu algılamış olmayız. Algılamak için bir sürü gereksiz ayrıntının da sürece dâhil olması gerekir. Sahip olduğumuz algılar kültür tarafından evcilleştirilmiştir. Evcilleştirilmemiş algıya dünyayla ilk temasa geri dönerek ulaşırız. Sessizliğe, enformasyon tarafından şekillenmemiş algıya geri dönmek… Bence bu tanım romandaki körlük sonrası deneyimi tamamen anlamlandırıyor. Yine Merleau-Ponty’e göre başkasıyla ilişkimiz en temelinde bedenseldir. Beden izleğini derinleştirdikçe aslında varlığımızın ne kadar ilişkisel olduğunu ve bir dokunun parçaları olduğunumuzu görürüz. Hayvanlar ve şeyler de bu iletişim sistemine dâhildir. Ancak modernlik bize ayrı bireyler olduğumuzu öğretir. Körlük’te de bu bedensel ilişkiye geri dönüyoruz. Hayvanların da o ilişkinin içine dâhil edilmesi, onların yeni düzeninin de anlatılması, bu yeni düzenin içinde o eski yakınlığın kurulabileceğinin gösterilmesi de güzel bir ayrıntıydı.
Körlük her anlamda iz bırakan kitaplardan. Saramago iyi ki bu dünyayan geçmiş, iyi ki hayatlarımıza değmiş. Gerçekliğin en karanlık köşelerine bile ışık tutacak cesareti edebiyatla buluşturduğu için minnettarım.
Kaynakça:
Platon – Devlet (7. Bölüm)
Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi
Nevzat Evrim Önal, İnsan Bencil mi?
Thomas Hobbes, Leviathan
Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı
Maurice Merleau-Ponty, Algının Fenomenolojisi
Leave a Reply