Zihni ve bilinci anlamaya çalıştığım yazı dizimin bu bölümünde, bazı yaratıcı kişiliklerin sınırlarında dolaştıkları karanlık bir alana odaklanıyorum: intihar. Freud’un melankoli kavramı ve ölüm dürtüsüyle, Jung’un gölge arketipi ve kolektif bilinç dışı kavramı, bu karanlık alanda yol gösterici olabilir mi? Nilgün Marmara, Sylvia Plath ve Emily Dickinson’ın yaşamlarına bakarak ölümle kurdukları ilişkiyi anlamaya çalışacağım.
Uyarı: Bu yazı, intiharı yücelten değil, anlamaya çalışan bir metindir. Nilgün Marmara, Sylvia Plath ve Emily Dickinson gibi yaratıcı kadınların ölüme dair yazıları, onların sanatsal duyarlılığı kadar psikolojik mücadelelerini de ortaya koyar. Yazının amacı bu kişilikleri idealize etmek değil, acılarının kaynağını zihinsel süreçler ve kültürel baskılarla anlamlandırmaktır. Kadınların intihara sürüklenmesi sadece psikolojik değil, toplumsal bir sorundur. Sanatın yalnızca ifade biçimi değil, iyileşme olasılığı taşıyan bir alan olduğunu da unutmamamız lazım.
Eğer kendinize ya da bir başkasına zarar verme düşünceniz varsa, lütfen bir uzmana başvurun.
Freud, Yas ve Melankoli isimli makalesinde şunları söylüyor:
“Yas, sevilen bir yakının veya ülke, özgürlük, bir ideal gibi düşünsel-soyut bazı değerlerin kaybına karşı gelişen bir reaksiyondur…
…Yas içinde her ne kadar yaşama karşı takınılan tutumda büyük bir değişiklik ortaya çıksa da bu değişikliğin bize hiçbir zaman patolojik ve tıbbi tedavilik bir durummuş gibi gözükmemesi çok önemli bir izlenimdir. Biz belirli bir zaman içinde bu durumun üstesinden gelineceğine inanır ve herhangi bir müdahaleyi faydasız hatta zararlı görürüz.
Melankolinin ayırıcı özellikleri, derin acılı bir yeis hali, dış dünyaya ilginin kesilmesi, sevme kapasitesinin kaybı, aktivitelerin inhibisyonu, ve kendini kınamaya, yermeye varan ve sanrısal cezalandırılma beklentisinde sonuçlanacak şekilde, kendine saygıda azalma hâlidir…
… Yasda kendine saygıda bir bozulma yoktur ama diğer belirtiler melankoli ile aynıdır…
… Yasda dünya, melankolide ise ego değersiz ve boş hâle gelmiştir.”
Yas denince çoğunlukla sevilen birinin kaybı akla gelir. Oysa makalede ülke, özgürlük ve ideolojinin de yasının tutulabileceğini okumak ufuk açıcı. İnsan, yitirdiği bir ülkenin ya da tükenmiş bir ideolojinin de yasını tutabilir. Hatta neyi kaybettiğini bilmediği zamanlarda duyduğu, ama tanımlayamadığı bir boşluğun yasını bile. Yas sürecinde dünyanın; melankolide ise benliğin anlamını yitirmesi, modern insanın ortak hissiyatını hatırlatıyor. Şahit olduğumuz onca insanlık suçunun yüküyle, kolektif bir yas içindeyiz. Her şey, her yerde, herkese karşı anlamsızlaşıyor. İnsanlığın yasını tutuyoruz. Yüzyıllardır süren, tuta tuta dinmeyen bir yas bu.
Freud, Haz İlkesinin Ötesinde adlı eserinde insan psikolojisinde iki temel dürtü olduğunu ileri sürer:
Eros: Yaşamı, cinselliği, üretimi ve birleşmeyi temsil eden yaşamsal dürtü.
Thanatos: Yıkımı, içe kapanmayı ve ölüme dönmeyi temsil eden ölüm dürtüsü.
İntihar, bu ölüm dürtüsünün kişinin kendi egosuna yönelmesi olarak yorumlanır.
Geçenlerde bir arkadaşım ölüm ve yaşam dinamiğini, ki biri olmadan diğerinin var olamadığı kavramlardır, yediğimiz dondurmaya benzetti. Dondurmanın biteceğini biliyoruz fakat yine de yiyoruz. İntihar, o dondurmayı henüz sonuna gelmeden bırakmaya benziyor. Kimi zaman insan kendini dondurmayı yemeye layık görmez. Kimi zaman tadını sevmez. Belki de yediği ancak beğenmediği top bitince altından sevdiği bir tat çıkacak mı diye beklemek istemez. Ama sebebi ne olursa olsun, o dondurmayı yarıda bırakmak, çoğu zaman kalanların anlamakta zorlandığı bir karardır. Çünkü hayatta kalmaya devam edenler, çoğunlukla son topun tadına bakma umudunu bırakmak istemezler, külahın ucuna bile bir umut bağlarız.
Nilgün Marmara’nın yaşamı ve metinleri bu kırılgan dengeyle örülüdür. Plath’e duyduğu hayranlık sadece edebi bir ilgi değil, aynı zamanda benliğin parçalanma anlarında ötekinin kaderiyle kurulan derin bir özdeşimdir. Sanki önceden belirlenmiş, değiştirilemez bir rotayı takip eder gibidir.
“Diledim mi yanında tümden varolmayı an için
ve birkaç sonrasında hiç yokmuşçasına
beklememeyi birşey çevremdekilerin uyumundan
başkaca?”
derken kastettiği, dondurmanın tadını almaya çalışmaktır belki de. Ama her lokma, biraz daha eksilen bir benlik, biraz daha ağırlaşan bir varoluş olabilir. İntihar çoğu zaman yalnızca bir karar gibi ele alınır, oysa psikanalitik düzlemde, karar olmaktan çok bir tükeniş olduğunu söyleyebiliriz. Dondurma atılmadan önce belki zaten eriyip tükenmiştir, tadına bile varılmadan. Belki de, o tadı almaya zaten hiç niyetlenmemiştir.
Nilgün Marmara’nın Sylvia Plath hakkında yazdığı tezini okumak, yalnızca akademik bir metinle karşılaşmak değil, olacakları önceden biliyor olmanın ağırlığıyla metnin satır aralarında gezinmek demek. Her cümlede, her çözümlemede bir tür yazgısal titreşim duyuluyor. Sanki bir fal açılmış da gelecekteki gölgeler, geçmişteki sözcüklere sinmiş gibi. Plath’i çözümledikçe, yalnızca başka bir kadının yazgısını değil, kendi içsel kırılmalarını da yazıya döküyor gibi. Zamanla bu iki varoluş iç içe geçiyor, giderek bir özdeşime, bir tür lehimlenmeye dönüşüyor:
“…Gizdökümcü türün tanımlayıcı özelliği, kendini aklama peşinde olan şairin yeraltına inmesidir…
… S. Plath çektiği acıyı mısralarıyla yenmeye çalışmışsa da, eserleri doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme yenik düşmesinin kanıtıdır. Plath için şiir, dış dünyanın tehdidine katlanma ve izolasyon olasılığını sağlayan bir sığınaktır. Bu izolasyon gerçeklerden kaçış olarak yorumlanabilir, ama Plath’ın şiirlerindeki şeytani yoğunluk bazen okuyucuyu şaşırtır ve Plath’ı hem gizdökümcü türün hem de 20. yüzyıldaki diğer akımların en mükemmel şairlerinden biri olarak kategorize etmeye iter…
… Sanatçının yaratma olgunluğuna erişebilmek için geçtiği hazırlık süreçleri her ne olurlarsa olsunlar uzun bir ıstırap prosedürüdürler ve bu ıstırap, sanatçıyı kolayca deliliğin, hatta intiharın eşiğine getirebilecek bir düşünceler bütününü teşkil eder…
… Ama bu Ölüm içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu sorulabilir. Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu, yaşama olasılığının aranışıdır…
… Sylvia Plath’ın intiharına gelince; ailede yaşanan karanlık deneyimlerin sosyal, tarihsel ve otobiyografik yıkımlara eklenmesi, onu önsel bir ideal olarak kabullendiği belirgin, açık seçik bir kendini yok edişe zorlamıştır. Bu ideal, kendi akışını tamamen kendi içinde, ölümün zaruri ve saplantılı bir şekilde hayata yayılmasında bulmuştur. Kadınların toplumsal bir hastalığın sonucu olan perişanlığının kurbanı olmuştur. Plath’ın narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir…
… Ölüm, Sisyphos’un kayasıdır. Onun mahvoluşu, cezalandırılışı, onu yaşadığı için acı çekmeye zorlayan absürd bir eyleme dönüşür. Plath’ın kayası muazzam hayal gücünün yanı sıra mutfağıdır, anne ve eş olmanın sorumluluklarıdır…”
Melankoli, içimizde her zaman var olan ama yaşadıklarımızla tetiklenen pasif bir organsa, kadınlar bu organı çok daha sık ve yoğun biçimde harekete geçiren uyaranlara maruz kalıyorlar. Jung’un görüşüne göre birey, kendi gölgesiyle yüzleşmeden benliğinde tam bir bütünlüğe ulaşamaz. Oysa kadınların gölgeleri, yalnızca kişisel bastırmalardan değil, toplumsal rollerin yüklediği çelişkilerden de beslenir. Kadın olmak; yalnızca nasıl davranılması değil, nasıl hissedilmesi gerektiğinin bile toplumsal normlarla belirlendiği bir varoluş biçimidir. Eş, anne, makul birey gibi roller; kadının kendi iç hakikatinden uzaklaştırılarak dışsal beklentilerle şekillendirilmesine neden olur. Bu da gölgelerin hem sayısını hem yoğunluğunu artırır.
Jung’a göre hepimiz, atalarımızdan miras kalan ortak bilinçdışının izlerini taşırız; bu izler arketipler aracılığıyla var olur. Kadın şairler, özellikle de yaşadığı çağın dayatmalarına ters düşüp cinsiyetine karşı duyarlılığı yüksek olanlar, insanlığın kolektif bilinç dışından yükselen fısıltıları işitip dizelerine taşırlar. Sylvia Plath’in Lady Lazarus şiiri bu seslerin en çarpıcı örneklerinden biridir.
Holokost imgelemi, ölüm ve yeniden doğuş motifleriyle, Yuhanna İncili’nde İsa’nın dirilttiği dostu Lazarus’un bu kez bir kadın olarak kurgulanması, Lady Lazarus’ı yalnızca bir şiir değil, muazzam bir meydan okuma hâline getirir. Plath’in Lazarus’u için diriltilmek bir lütuf değil, adeta bir cezadır; yeniden hayata çağrılmak, yeniden acıya dönmek demektir. Şiirin en can alıcı noktalarından biri, kadının yaşam deneyiminin bir tür performansa dönüşmesidir. “Ağızlarında fındık fıstık çatur çutur, itişip kakışan bir kalabalık” onu izler. Acı da, ölüm de, bedenin parçalanışı da gösteriye dönüşmüştür. Kadın sadece ölmez, seyredilir. Plath, Herr Doktor, Herr Düşman, Herr Tanrı, Herr Lucifer gibi eril hitaplarla, aslında cinsiyetsiz ya da soyut olması beklenen kavramları erkek egemenliğinin gölgesine sokar. Bu seçim, yalnızca bireysel travmaları değil, kadın bedeninin tarih boyunca maruz kaldığı iktidar şiddetini de ifşa eder.
Lady Lazarus şiiri, kaynakçada ayrıntılarını belirttiğim makalede, Nilgün Marmara’nın Savrulan Beden adlı şiiriyle birlikte incelenmiş. Öyle derinlikli ve özenli edebiyat makaleleri var ki, her karşılaştığımda tüylerim diken diken oluyor. Bu iki şair arasında kurulan özdeşliklere ayrıntılı biçimde girmeden bu şiirden de alıntı yapmak istedim:
“…
Bilir miydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?
Şendim, şendim ben,
Kahkaham insanları ürkütürdü!
Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!”
Nilgün Marmara’yla ilgili okudukça, başvurduğu psikiyatrların ona yazmayı ve okumayı bırakmasını tavsiye ettiklerini öğrendim. Aynı yaklaşımı Charlotte Perkins Gilman’ın Sarı Duvar Kağıdı adlı metninde de görürüz: Doğum sonrası depresyon geçiren bir kadın yazar, ‘iyileşmesi’ için yazıdan uzak tutulur ve istirahat adı altında hayattan soyutlanarak bir odaya kapatılır. Eril sistemin, anlayamadığı yaratıcı kadınların sorunlarına sunduğu çözüm hep aynı olmuş: Yaratıcılıklarından vazgeçmeleri. Ne kadar tanıdık ve ne kadar trajik.
Zamanında tuhaf bulunup şairliği baskılanmış ölüme tutkulu başka bir kadın da Emily Dickinson. Şiirlerinde ölüm, doğa, tanrı, yalnızlık gibi arketipik temalar sıkça işlemiş. Bir doğa aşığı ama aynı zamanda ölüme takıntılı. Onun için ölüm keşdefilmesi gereken egzotik bir ülke gibi. Nilgün Marmara tezinde Dickinson ve Plath’i karşılaştırır, Dickinson için ‘ölümü evcilleştirmek’ kavramını kullanır. Emily Dickinson’ın ölümle ilişkisi sıra dışı olsa da; onda Sylvia Plath’teki ya da Nilgün Marmara’daki gibi ölüme bir çekilme değil, ölümle konuşma, onu şekillendirme, hatta estetikleştirme vardır. Onu belki de daha uzun hayatta tutmuş olan diğer tutkuları: yazmak, doğa. Sanki teslimiyet olmaksızın gölgeyle uzun uzun bir yüzleşme hâli. Ölüme gitmez, ölümün yörüngesinde dolaşır.
Nilgün Marmara, Sylvia Plath ve Emily Dickinson… Her biri ölümle farklı bir bağ kurdu. Ama belki de asıl ortaklıkları, kelimeleri ölümden büyük kılmalarıydı. Bizler de kadınların bize emanet ettikleri kelimelerin yankılarını çoğaltarak yaymaya devam edeceğiz.
Kaynakça:
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/596269
Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde – Ben ve İd, Metis Yayınları
Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter, Telos Yayınları
Nilgün Marmara, Daktiloya Çekilmiş Şiirler, Everest Yayınları
Nilgün Marmara, Sylvia Plath’in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi, Everest Yayınları
https://www.poetryfoundation.org/poems/49000/lady-lazarus
Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Metis Yayınları
https://dergi.modernizm.org/index.php/journal/article/view/221/118
Leave a Reply