Zihin ve Bilinç konusuna sanat tarihi açısından yaklaşmayı planlarken aslında aklımda bambaşka bir bağlam vardı. Ancak yaşananlar ve okunanlar beni istemeden başka bir yola soktu. Bilincin beden üzerindeki etkisi, özellikle son haftalarda, düşüncelerimi tamamen farklı bir tema etrafında topladı.
Son günlerde şunu tuhaf bir şekilde tecrübe ettim: Ölümsüz olduğunu sandığın bedenle, her an çökebilecekmiş gibi beklediğin beden aynı beden. Değişen yalnızca bilincin iklimi. Zihin bir noktada seni kendi bedeninin yabancısı gibi hissettirir; sanki beden sana ait değilmiş, kontrolün dışında çalışan bir makineymiş gibi. Böyle anlarda zihin, bedenden kaçmanın yollarını arar.
Beden değişmez ama algımız değişir. Algı değişince beden kırılganlaşır, kırılganlaşınca da ondan kaçmak istersin.
Çünkü bazen en çok korktuğumuz şey bedenin kendisi değil, onun bize hatırlattığı şeydir: sınır, ölçü, son, geçicilik… Zihin bu gerçeği kabul edemeyince bedeni bir düşman gibi görmeye başlar. “Beni yarı yolda bırakabilir misin?” diye sorar. Bu retorik bir sorudur. Zihin yarı yolda bırakılacağından emindir. Bugün ya da yarın… Kırılganlık hissi çoğu zaman bedenden değil, bilinçten çıkar. Zihin gerildiğinde beden her titreşimde kırılacak ince bir cam gibi görünür. Oysa cam aynı camdır; onu hassaslaştıran, zihin tarafından yüklenmiş olasılıklardır. Ve çoğunlukla olasılıkların gölgesi, gerçeğin kendisinden daha ağır basar.
Beden değişmez ama algımız değişir. Algı değişince beden kırılganlaşır, kırılganlaşınca ondan kaçmak istersin.
Zihin, kendi yarattığı tehditle aynı kabın içinde durmakta zorlanır. Beden dar gelir, düşünceler kabuğu çatlatmaya çalışır. Zihin fısıldar: “Bir şey olacak.” Bu fısıltı, bilinçaltından gelen bir yankıdır, kendini koruma isteğinin, kontrol ihtiyacının sesi…
Bir şeyi fark ettiğimizde ona tahammülümüz azalır. Zihin, bedenin her duyumunu bir tehlikenin habercisi gibi okuyunca, beden güvenli bir yuva olmaktan çıkıp şüpheli bir odaya dönüşür. Ve böyle anlarda tek çare, zihin ile beden arasında sessiz bir barış ilan etmektir. Eğer mümkünse…
Bedenden kaçma fikri zihnimde belirdiğinde aklıma iki görüntü geliyor. İlki Frida Kahlo’nun Kökler’i. İkincisiyse Han Kang’ın bir ağaç olmayı düşleyen, dünyadan elini ayağını çeken Yonğhe’si.
Kökler’de Frida, gövdesi bir pencere gibi açılıp bir asma doğururken resmedilir. Kanı asma boyunca dolaşır, yaprakların damarlarından toprağın kuraklığa dönmüş yüzeyine doğru akar. Bu tablo, Frida’nın başka bir tablosu olan Dadım ve Ben (My Nurse and I – Sütanne diye mi çevirmeliydim emin değilim) ile de karşılaştırılabilir. Dadım ve Ben‘de Frida, Meksikalı kadın tarafından beslenen bir bebektir ve kadının göğsü bir bitkiye benzer. Bu yönüyle Yonğhe’nin anlatısıyla daha benzerdir ancak Kökler’deki tezatlık benim için daha anlamlı olduğundan bu eserle devam edeceğim. Kökler’de, bu kez yetişkin Frida Meksika topraklarını besler. İç organlarının yerini almaya başlamış kökler hem susturulmuş acıları hem de hayatta kalma çabasını simgeler. Toprağı beslerken, sanki tutunmanın vergisini öder gibidir.
Frida’nın resimlerinde fiziksel ve duygusal karmaşaları bir aradadır. Fiziksel rahatsızlıkları ve acıları duygusal karmaşasını da artırmış gibidir. Aksine Vejetaryen’in Yonğme’si fiziksel olarak sağlıklıdır fakat travmaları, depresyonu ve çocukluğundan beri maruz kaldığı muamele bedenini de bir karmaşaya sürükler.
Frida’nın sanatında miras ve kimlik konuları ön plandadır. Köklerde bu mirasa dair bir kabullenme, hatta besleme hâli vardır. Yonğme’ninse kaçtığı şey tam olarak bu mirastır. İnsan olmanın yükü, toplumun beden üzerindeki talebi, beklenti, şiddet, cinsellik, itaat… O, köklenmeyi değil, köksüzleşmeyi seçer.
Yine de her iki eser de benim gözümde aynı âna işaret eder. Bedenle yeryüzünün sınırlarının eridiği, varlığın başka bir hâle karıştığı o eşik ânına.
Birinde köklenerek, diğerinde köksüzleşerek, ama her ikisinde de insanın beden denen kabuğu aşmak, onunla barışmak ya da ondan kaçmak için verdiği sessiz mücadelenin izleri vardır. Ve belki de zihin ile beden arasındaki o barış ne Frida’nın toprağa karışan bedeninde ne de Yonghye’nin bitkiye dönüşme arzusunda tam anlamıyla mümkündür. Belki de bu arayışın kendisi de diğer tüm arayışlarımız gibi, insan olmanın en derin hikâyesidir.