Zihin ve Bilinç – VI

Bu blog serisinde uzun bir yol katettik. Zihni ve bilinci önce edebiyatta aradık, sonra felsefe sorularıyla deştik. Psikolojinin derinliklerine inip bilinç dışının karanlık odalarında dolaştık ve sanatın renklerinde bulmaya çalıştık. Her yazının içine de edebiyatı kattık. Ancak tüm bu disiplinlerde odak noktamız hep bireydi. Biricik, dokunulmaz, kendi kararlarını veren ben… Peki öyle miyiz gerçekten?

Kapanış yazısında o rahatsız edici soruyu sormak zorundayız: Ben dediğimiz şey gerçekten var mı? Yoksa hepimiz görünmez kablolarla birbirimize bağlı, devasa bir bizin parçaları mıyız?

Yakın zamanda izlediğim ve bültenimde de yer verdiğim, Vince Gilligan’ın Plur1bus dizisi, sosyolojinin yüzyıllardır sorduğu bu soruyu merkezine alıyor.

Plur1bus, bir bilim kurgudan ziyade, ünlü sosyolog Émile Durkheim’ın teorilerinin ekrana yansımış hâli gibi. Dizide uzaydan gelen bir virüs, insanları biyolojik bir ağ ile birbirine bağlar. Bireysel zihin erir, herkes herkesin düşüncesini, acısını ve anısını bilir hale gelir.

Durkheim, Kolektif Bilinç kavramını ortaya attığında da benzer bir şeyden bahsediyordu. Ona göre toplum, sadece bireylerin toplamı değildir; kendine has bir ruhu, normları ve inançları olan, bireyden bağımsız bir şeydir. Doğduğumuz andan itibaren bu kolektif bilinç, bize neyin doğru, neyin ayıp, neyin kutsal olduğunu fısıldar. Örneğin “kırmızı ışıkta geçmeme” veya “cenazede gülmeme” gibi seçimlerimiz toplumsal reflekslerdir.

Ancak burada bir farklılık var. Durkheim’a göre gerçek dünyada toplumsal iş bölümünün bileşenleri kendiliğinden ahlaki bir nitelik taşımaz. Tek istisnası bilimdir, cahil kalmamak herkesin ödevidir. Ancak iş üst düzey bilime geldiğinde o da herkes için zorunlu olmadığından ahlaksal niteliğini yitirir. Oysa Plur1bus‘ta durum farklı. Dizideki kolektif bilinç, sadece zihinsel bir bağlantı değil, ahlaki bir inşa gibi sunuluyor. Herkesin sadece bağlı değil, aynı zamanda iyi ve uyumlu olmak zorunda olduğu; iş bölümünün sadece teknik değil, ahlaki bir hizalanmaya dönüştüğü bir evren bu.

Dizinin ana karakteri Carol’ın mutsuzluğu ve uyumsuzluğu, sosyolojik açıdan bir hata değil, birey olmanın tek kanıtı. Çünkü tam uyum, benin intiharı.

Dizideki bu biyolojik birleşme başka bir yönüyle daha ürkütücü ve tanıdık. Bugün sosyal medya ve algoritmalar, Plur1bus‘taki virüsün dijital bir fragmanını sunuyor.

Cooley’e göre benlik, tek başımıza inşa ettiğimiz bir şey değildir. Üç aşamalı sosyal bir süreçtir:

Başkasının gözünde nasıl göründüğümü hayal ederim.

O kişinin bu görüntü hakkındaki yargısını hayal ederim.

Bu hayali yargıya göre kendimle ilgili bir duygu geliştiririm.

Yani; ben, ötekinin benim hakkımda ne düşündüğünü sandığım kişiyim.

Sosyal medya bu süreci hacklemiş durumda. Twitter’da aynı şeye sinirlenip, TikTok’ta aynı videoya gülerken, aslında karşımızdaki ayna artık başka insanlar değil, algoritmalardır. Algoritma bize neyi yansıtırsa, biz o şekle bürünüyoruz. Seçeneklerin daraldığı, herkesin aynı estetikten hoşlandığı bu dünyada, Cooley’nin aynası kırılmış, yerine tek tip bir ekran gelmiştir.

Peki ya zevklerimiz? Sevdiğimiz müzikler, giyim tarzımız, hatta yemek tercihlerimiz… Bunlar bize mi ait?

Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun habitus kavramı, içine doğduğumuz sınıfın, ailenin ve kültürün zihnimize kazıdığı yatkınlıklar bütünüdür. Bourdieu’ye göre, bir işçi sınıfı birey ile üst sınıf bireyin bir sanat eserine bakışı veya bir yemeği yiyişi biyolojik değil, tamamen sosyolojiktir.

Plur1bus‘taki kovan zihinde habitus ortadan kalkar. Çünkü herkesin geçmişi ve hafızası ortaklaşmıştır. Statü yoksa, ego yoktur. “Ben senden daha iyi müzik dinliyorum,” diyebileceğiniz bir ayrım yoksa, çatışma da yoktur. Peki mutluluk, çatışmasızlık mıdır? Eğer herkes mutluysa ama bu mutluluğu, habitusumuzu ya da algoritmalarımızı programlayan sistem seçiyorsa, bu his gerçekten kime aittir?

Dizide kolektif bilince geçenlerin yüzündeki o dingin huzur, doğu mistisizmindeki egonun çözülmesini andırsa da, batı sosyolojisi ve psikolojisi buna şüpheyle yaklaşır. Freud, toplumun var olabilmesi için bireyin içgüdülerini bastırması gerektiğini söyler. Birey olmak, biraz da bu huzursuzluğu taşımaktır. Jung ise insanın gölgesiyle yüzleşmeden bütünleşemeyeceğini savunur. Plur1bus‘ta kolektif bilinç, gölgeyi yok eder. Kötülük, agresyon ve rekabet biter; ama onlarla birlikte yaratıcılık, sanat ve tutku da ölür.

Carol’ın sevgilisiyle kuzey ışıklarını izlerken bile hissettiği o memnuniyetsizlik, aslında insan olmanın, eksik olmanın ve o eksikliği sanatla doldurmaya çalışmanın motorudur. Tamamlanmış bir yapbozun yeni bir parçaya ihtiyacı yoktur.

Sosyolojiye göre zihnimiz, sandığımız gibi bize ait mülkler değildir. Düşüncelerimiz Durkheim’ın toplumsal gerçeklikleriyle, benliğimiz Cooley’nin sosyal aynalarıyla, zevklerimiz Bourdieu’nün habitusuyla şekillenir. “Ben” dediğimiz şey, aslında devasa bir “Biz”in kesişim kümesidir.

Zihin toplumun kiralık bir dairesi olabilir. Ama o dairenin içini nasıl döşeyeceğimiz, hangi pencereleri açıp hangilerini kapatacağınız hâlâ bizim elimizde, en azından şimdilik.

Kaynakça:

Émile Durkheim – Toplumsal İşbölümü (Cem Yayınevi)

Pierre Bourdieu – Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi (Heretik Yayınları)

Charles H. Cooley – Human Nature and the Social Order

Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu (Metis Yayınları)

C.G. Jung – Dört Arketip veya İnsan ve Sembolleri (Metis Yayınları)

Vince Gilligan – Plur1bus